Bugün Netflix kütüphanesindeki son Türk dizisi olan Yakamoz S-245’i inceleyeceğiz. Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ, Özge Özpirinçci ve Ertan Saban’ın yaptığı dizi, Jacek Dukaj’ın The Last Axolotl -çevirisi Semender’den, su ile ilgili her tür kötü duruma kadar değişen bir kelime; Axolotl- kitabından uyarlanmış ve yine aynı kitaptan uyarlanan 2020 yılı yapımı Into The Night’ın da spin off’u. Her iki dizinin yapımcısının Jason George olduğunu belirttikten sonra artık geleneğimiz olduğu üzere spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapalım ve fragmanla birlikte incelememize başlayalım dilerseniz.
Dizinin sinopsisi kısaca şöyle, Arman (Kıvanç Tatlıtuğ) Foça’da dalış yapan environmentalist ve savaş karşıtı buna karşın dış dünyaya dair uyumlu ve birlikte yaşama taraftarı vizyonunu içinden gelen güç ile dengeleyen, inzivada bir dalgıçtır. Eski sevgilisi ve hayatının gerçek aşkı Defne (Özge Özpirinçci) birden çıkagelip, Arman’ın, konuşmadığı ve Türkiye’nin en zengin iş insanı olan babasının finanse ettiği bir derin dalıştan söz eder. Arman kesinlikle kabul etmemeye kararlı olduğu bu teklifi, Defne’nin amacının, bölgede bulunduğu sanılan ve uluslararası koruma altında olan bir mercanın varlığının kanıtlanması ve dolayısıyla bu bölgede petrol arayışına son verilmesi olduğunu öğrenince istemeye istemeye kabul edecektir.
Aynı anda İncirlik Hava Üssü’nde görevli istihbarat subayı Teğmen Hatice Çelik (Meriç Aral), güneşten gelen korkunç büyüklükte bir gama/plazma patlamasını fark eder. Uyarısı önce dinlenmeyen daha sonra da susturulmaya çalışılan Hatice, istihbarat yetenekleri ile sığınılacak bir yer bulur. Arman, Defne, Hatice ve sığınağının birleştiği kümede izleyiciyi psikolojik ve istihbari bir epik macera beklemektedir…
Diziyi önce bölüm bölüm sonra da genel bir değerlendirmeye almak bir başka deyişle yerli bir yapım olması sebebiyle biraz iltimas geçmek keyifli olacaktır kanaatindeyiz.
Sinopsisin yavaş yavaş izleyiciye verildiği birinci bölüm özellikle Kıvanç Tatlıtuğ’u ve karakteri Arman’ı tanıtmak üzere şekillendirilmiş. Ancak bu girişte, aktör ve rolü ağırlığının zor ayarlanabilir olması, aktör Tatlıtuğ’u biraz tutuk bırakmış. Bir başka deyişle, aktör yıldız olarak poz mu kesmeli -ve bu yolla bir karakter kültü mü oluşturmalı- yoksa karakteri mi kurmalı, konularında biraz arada kalmış. Sonuç olarak biraz önce ifade ettiğimiz gibi tutuk bir aktör ve çevresi dahil son derece yapay ve tiyatral bir karakter inşası süreci aynı anda izleyiciye sunulmuş olmuş.
Birinci bölüm bir noktada da dizinin politik renginin de manifestosu olmuş. Kalem kalem örneklemek negatif bir tını verecektir. Dolayısıyla politik doğruculuğun net şekilde kendini hissettirdiğini belirtmek yeterli olacaktır sanıyorum.
Oyunculukların senaryodaki görevlerine göre sergilendiği ilk bölüm, genelde her eserin girişi gibi ve elbette üç boyutlu karakterlerden uzak. Yine Özge Özpirinçci’nin Defne karakterinin oldukça doğal olduğunu ve diğer oyunculardan ayrıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Paradoksal olarak, daha sonraki bölümlerde diğer karakterler üçüncü boyutunu kazanıyor olacaklarken, Defne, senaryonun ona yüklediği gizemi desteklemek üzere otoriteye baş kaldıran ve gizli bir ajandaya sahip tek boyutlu bir karaktere doğru evriliyor. Ancak bu karakterin veya oyuncunun suçu değil; daha ziyade senaryoda beşinci bölümden sonra yaşanan bir kırılmanın sonucu… Bu olguya daha sonra tekrar değineceğiz.
İlk bölümün izleyiciyi yabancılaştıran ama daha sonra, aslında kaçınılmaz bir sorun olarak hatta yapımcılara hak verdiğim bir olgusu da, sahneler arası doku uyumsuzluğu. Yapıma genel bakışta açıklamaya çalışacağım bu olguya burada hem iyi hem de kötü birer örnek olarak kurgu ve efekt bazında değineceğim.
İncirlik’in steril ve yabancı ortamından, S-245’in son derece tanıdık mürettebatına, oradan da güneş patlamasının plazma unsurlarının gezegenleri geçtiği sekanslara kadar her sekans aslında düzgün kotarılmasına rağmen -örneğin Mars’a çarpan plazma dalgasının gezegende oluşturduğu kutup ışıkları gibi- ciddi bir doku uyumsuzluğu gözleniyor. O kadar ki, izleyici bu uyumsuzluğun kurgudan kaynaklandığını hissediyor belli belirsiz.
Ancak ilk bölümün genele dair olarak başardığı güzel işler de var. Öncelikle gizem daha bu aşamadan iyi belli ediliyor ve gerilim düzeyi son derece iyi ayarlanmış. İzleyiciyi sürekli tetikte tutan bir gerilim var ve tekrar etmek gerekirse daha ilk aşamada bunu verebilmek başarılı.
Comedy relief Cem’in (Onur Ünsal) madde bağımlılığının çok net hissettirildiği bölümde -bu hissettirme konseptine de genel bakışımızda değineceğiz-, ilk güneş patlamasının su altındaki yansıması gibi güzel detaylar da görüyoruz ilk bölümde.
Bölüme dair son bir not olarak, oyuncuların İngilizce performanslarının başarılı olduğunu da ekleyelim ve açalım; iyi İngilizce konuşmak zorunda değiller ancak tını, ne çok Türk versiyonu ne de çok yabancı olmaya çalışan bir özenti hissettiriyor.
İkinci bölüm, gerilimi had safhaya taşıyan ve post apokaliptik bir dünyada, düzenin bozulmasının ilk emarelerinin hissettirildiği bölüm olarak dizinin ilk safhasının gerçek başlangıcı oluyor. Zira zamana karşı yarışın işlendiği ve S-245’in disiplinli askerlerinin göründüğü bu bölüm bu iki “adrenalin” temasına rağmen aslında mevcut durumun psikolojik zorluklarının öncelendiği üç bölümün ilki oluyor ikinci bölüm.
Güneşin çok az insan dışında dünyadaki yaşamı bitirmesinin hem anlaşılması hem de kabullenilme(eme)si temasını işleyen bölümde, hayatta kalanların tüm sevdiklerini yitirmeleri sonucunda yaşadıkları şok yetmiyor, Defne’nin nişanlısı Server’in (Alper Saldıran) Kos’ta aranması sekanslarında, banka kasasını soymaya çalışan iki “yeni dönem” asker ile iki profesyonel askerin bunu engelleme çabası sonucunda dört asker kasada kilitli kalarak hayatlarını kaybediyorlar.
Bu kayıp ve öncesindeki infaz sahnesi, -ses efektlerinden, barutun hissedilmesine kadar- dizinin hem görsel hem metafor açısından seçkin sekanslarından biri oluyor. Zira zaten Nuh’un Gemisi alegorisi olarak tanımlanabilecek S-245’e bu mini hikaye vasıtasıyla deniz faciamız Dumlupınar’a dair saygı duruşu ekleniyor. Çarkçıbaşı Binbaşı’nın -maalesef ismi hiçbir sitede geçmiyor ve bu pek hoş değil…- performansından castinge ciddi bir başarı olan sahne vasıtasıyla Dumlupınar denizaltısındaki aziz şehitlerimize de tekrar Allah’tan rahmet diliyoruz.
Bu sahneden sonra, daha önce de değinildiği üzere denizaltı ikiye bölünüyor ve eski dünyanın tüm hiyerarşisi çok hızlı şekilde çökme tehlikesi yaşıyor ki bu son derece olası bir durum.
İzleyiciyi başta biraz meşgul eden ama yapım içinde anlamını bulan bir diğer konsept ise yanıklar oluyor. Aslında derme çatma sığınaklar dahil herkesi öldüren güneş konseptini destekleyen bir çeşit, mikro dalga iç yanma son derece anlamlı ancak bir kişinin tamamen yanmış bedeni durumu kısa süreli de olsa çetrefilli kılıyor. Gerçi izleyici bunu çabuk geçiyor.
Denizaltının ikinci kaptanı Yüzbaşı Umut’un (Ertan Saban) gizeme dair gibi görünen ancak temelde karakteri tehlikeli kılmaya yönelik hareketleri dışında -özellikle finalin kapak sahnesi-, post apokaliptik dünyada insanın değişimi konseptinin gayet başarılı işlendiği ikinci bölüm, Yüzbaşı Umut ile Arman’ın ışık ve tüm diziye yayılmış enerjik bir elektronik soundtrack yoluyla güçlendirilmiş “showdown” sekansı ile profesyonelce sona eriyor.
İlgili bölümde Defne’nin nişanlısı Server de dahil beş kişinin hayatını kaybettiğini gerçekçiliğe dair bir övgü olarak belirtmekte ayrıca fayda var.
Üçünü bölüm bir dönemin kült filmi Das Experimentvari psikolojik -hatta yer yer fiziksel- şiddete boyanmış rengini Yüzbaşı Umut’tan ve çok daha belirleyici olarak, Başçavuş Altan’dan (Ersin Arıcı) alırken, bir yandan da olaylara psikolojisi dayanamamış olan Üsteğmen Barış’ı da izleyicinin karşısına iki rolle çıkartıyor.
Üsteğmen, bir yandan sanrıları ile olayların ciddiyetini yansıtırken diğer yandan da gemide bir yabancı olduğunu iddia ederek izleyicinin kafasını karıştırmakla kalmıyor, senaryo içinde de yarım yamalak bir isyanın çıkmasına sebep oluyor.
Bereket ki, tamamen kendi ajandası içinde yaptığı bir eylemle de aynı isyanı bitiriyor. Güven Murat Akpınar’ın canlandırdığı karakter, mükemmel yorumuyla kıyameti anlattığı sekansın ardından sahneden çekilirken ama… Yanında tüm geminin ahlaki merkezini de yanında götürüyor; denizaltının komutanı Yarbay Erenay’ı… Ya da daha spesifik bir ifade ile denizaltının sert Harekat Subayı Yüzbaşı Yonca’nın (Ece Çeşmioğlu) çığlıklarından babası olduğunu öğrendiğimiz Erenay Kaptan’ı…
Sahnede Barış Üsteğmen’in Kuran’dan alıntıladığı kıyamet ayetleri ile dünyanın yeniden doğuş temasının, Nuh’un Gemisi temasını vurguladığı sahne; kendi denizaltısını yapan dalgıç Arman’ı yeni çarkçıbaşı tayin ederken temelde bir mühendis olduğu sezdirilen Erenay Kaptan’ın (Hakan Salınmış) güçlü bir liderden ziyade gücü asla arzulamayan ve kendisini ailesi için feda etmeye hazır bir baba figürü olduğunu da ayrıca vurguluyor.
Her ne kadar yapım, tam bu noktada gizem ve olay örgüsüne kesin geçiş yapmıyorsa da, Erenay Kaptan sonrası çıkması beklenen iç savaşı da başlatmayarak yapımın kalanı için seçimini belli ediyor.
Bir başka yavaş değişken de Defne oluyor. Her ne kadar bir noktada sinir bozucu ve “dır dır” eden kadın baş karakter emareleri gösterse de, gizem taşıyan ve otoriteye başkaldıran Defne’den henüz uzak. Bu aşamada Özge Özpirinçci’nin Defne’si, halen hayatı için endişe eden ve yer yer histerik ancak tam anlamıyla olayı çözen ilk karakter olarak hem karakter hem de aktris bazında çok başarılı. Ayrıca bu sekanslar Defne ve Arman çiftini tekrar partner haline getirme görevi de görüyorlar.
Üçüncü bölümün metaforik anlamı hakkında söylenebilecek temel nokta; siviller bazında temsil edilen salaş bir yaşam tarzının, kriz anında barışçıl bir birlikte yaşamaya dönüşmesi iradesi ile, sadece bir denizaltıda değil, hayatın yaşanışı alanında da belirli sınırlar içinde yaşayan askeri kanadın zembereğinden boşanıp, gücü konsolide ederek kendilerinin inşa ettiği, ancak sadece, astları için sınırların yeniden belirlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz diğer bir iradenin çarpışması denilebilir.
S-245’in su üstüne çıktığı ilk ve Arman-Umut showdown sekansı ile biten ikinci bölümün ardından Yonca’nın, kırmızı ışıkla aydınlanan bir lumbuzdan babasına seslenerek bitirdiği üçüncü bölümden anlaşılan bir başka nokta da, dizilerin bölüm bitirme sekanslarının standardize olduğu oluyor.
Dördüncü bölüm karakterlerin derinliklerinin oluştuğu bölüm olarak dikkat çekiyor. Bunun da temel sebebi, güç tutkunu ikinci -ve yeni- kaptan Umut ile psikopat Başçavuş Altan’ın salt şeytan olmadıklarını göstermek veya bir başka deyişle öyküyü psikolojik gerilimden casus ve gizem rotasına döndürmek.
Her ne kadar senaryo bunu bilinçli olarak yapıyorsa da, oyunculuklar açısından bu durum, kaldırılması güç bir ağırlık yüklüyor bazı oyunculara. Özellikle de Umut’a… Umut adamlarının hayatta kalmasını düşünen idealist subaydan, sivil nefreti taşıyan alt sınıf göçmene, dost bir liderden, sert bir güç tutkununa, matematiksel mantıkla çalışan bir zihinden, komplo teorisi peşinde bir şüpheciye kadar çok sayıda karakter özelliğini üst üste göstermek zorunda kalıyor. Oyuncu Ertan Saban her ne kadar hepsini başarıyla canlandırsa da, toplamda çok tiyatral bir performans sergilemiş oluyor.
Araştırma ekibinin şu ana kadar bahsetmediğimiz iki üyesi Rana (Ecem Uzun) ve Felix (Jerry Hoffman), sırasıyla şirin minyon kız ve siyahi mantıklı Alman’dan, arkadaşının ayağını kaydıran kariyer tutkunu kız ve sarkastik karamsar adama dönüşseler de çok da belirleyici bir rol gelişimleri olmuyor.
Cem’in bize gereğinden çok önce hissettirdiği madde bağımlılığı sorunları ve fiziksel olarak sürekli Altan’ın tacizine uğraması birleştiğinde ortaya yavaş yavaş çıkan karakteri ise üçüncü boyutun oluşumu açısından ciddi bir gelişme ortaya koyuyor. Tecrübeli ve başarılı oyuncu Onur Ünsal’ın üç kişinin üçüncüsü olmaktan kurtulduğu ve uzmanlığının işe yaramasıyla ulaştığı statüyü canlandırışı, doğallık ve ritim açısından da son derece tatmin edici oluyor.
Halüsinatif üsteğmen Barış’ın gördüğü hayaletin istihbaratçı Teğmen Hatice çıktığı finalle de yapım psikolojik ve hatta politik kurgusunu tamamen istihbarat, bilgi ve gizeme doğru evirmiş oluyor. İskenderun’daki tören sahnelerinin sınıf çatışmasına dair içerdiği sekans ise seyirciyi yanlış yönlendiriyor, zira sınıfsal isyan sadece üsten yemek çalmak ile sonuçlanıyor ve konu direkt Norveç’teki kıyamet tohumluğuna ulaşmak gibi başka bir yola yöneliyor.
Beşinci bölüm, bu yeni ve farklı yapısına, Teğmen Hatice’nin borulara askılı bluzla zincirle bağlanıp, bence son derece yapmacık şekilde her şeyi bildiğini içeren meydan okumayla başlıyor. Güçlü, dövüşken, zeki ve faydalı Hatice’nin ekibe katılması öncesinde uğradığı anlamsız şiddet ve katılması sonrası teknik ve istihbari her şeyi çözmesi arasında üç dakika olması yapımı biraz sallıyor. Her ne kadar oyuncu Meriç Aral biraz fazla Netflix’e iş yaptığını hissettiren bir karikatürizasyona müsait gözükse de, yapımı sallayan o değil senaryo. Ayrıca oyuncunun dövüş koreografisini de çok başarılı kotardığını teslim etmek gerek.
Tüm yemeklerin, konserveler dahil güneşin etkisiyle bozulmasının senaryoyu taşıdığı uluslararası karakter -ki bence yerli yapımların gerçekten de aşması gereken bir eşik olarak başarılı bir seçim-, Cem’in karamsar gerçekçiliği ile desteklenip bölümü iki koldan yürütüyor.
Bir yandan spin off’u olduğu Into The Night’ın sürekli batıya uçan uçağının görünmesi ile iki yapımın organik olarak bağlandığı olay örgüsünde, uçağın ilk kez doğuya dönmesi gerilim ve gizemi had safhaya taşırken, Cem rolündeki Onur Ünsal’ın başarıyla hayat verdiği sekanslarda psikolojik olarak dizi, son sekansını izletiyor.
Bölüm, Defne’yi yapmacık olarak tekrar -ve tekrar!- casus yerine koyar ve başarısız olurken, ikinci sezona dair önemli bir konunun ilk nüvesi olarak Kaptan Umut’u da kendi politik/askeri ajandası ile hissettiriyor. Oyuncuyu çok zorlansa da başarılı oluyor üstelik.
Altıncı bölüm peşinen söylemek gerekirse iki sorun içeriyor. Esasen bence en zayıf bölüm değil. Ancak biri yapısal, biri de şiddet algısına dair iki sorunla karşı karşıya kalmış.
Yapısal sorundan bahsedersek; Gijon İspanya’da yam yam madencilerin sahte bir sığınak çağrısına cevap vermeleri gibi çok ciddi bir aksiyon ve gerilim vaat eden bir bölümde devasa bir senaryo olayı gerçekleşiyor. Normalde Battlestar Galactica’dan, herhangi bir zombi veya salgın yapımına kadar uzun süreli tv yapımlarında ilginç birer bölüm olabilecek -ve olan- bu tür bir bölümde olan şey, bu tarz bölümler için çok güçlü. Tüm senaryo yapısını bir anda hızlandırmak ve yapaylaştırmakla kalmıyor, madenin akıl almaz ancak aynı anda son derece mantıklı yapısını da yok hükmüne getiriyor.
Şiddet algısına dair hata da tuz biber oluyor en kısa ve sarkastik tanımlamayla. Zaten son derece ağır bir yük altındaki bölüm, bir de olayların geçişinin mantıksızlığı ile iyice anlamsızlaşıyor. Özetle, ben, iki tabanca, beş makinalı tüfekli bir grubun toplamda sadece on beş kadar mermi harcayıp, kazmalı kürekli on kadar adam karşısında nasıl üç kişiyi kaybettiğini anlamakta güçlük çekiyorum!..
Bir başka sekansta da, Hatice ile Altan’ı kavga ettiren senaryo, en hafif tabiriyle cinsel taciz içeren bu sekanstan sonra kazanan kadın karaktere “Dünya bitti bi siz bitmediniz be…” dedirtmenin ötesinde erkek üzerinde hiçbir yaptırım uygulanmadan sloganla geçiştiriyor bu son derece büyük olayı.
Son olarak ve iyi anlaşılmak dileğiyle değinmem gereken bir esas kız esas kız seks sahnesi olduğunu düşünüyorum. Bence hiç olmasaydı daha iyiydi bu sahne. Bir yapımda iki aşık karakterin elleri bile birbirine değmeyebilir ki bu da bir sorun teşkil etmez. Ancak bu sahneyi çekecekseniz sütyeni çıkartmalısınız… Bu bir müsamere değil çünkü. Eğer amaç temsil ise, izleyiciler biliyor bu kişilerin birbirini sevdiğini de seviştiğini de, bu romantizm de değil ayrıca…
Atmosfer belirleyecekken küçük bir kıyametle biten bölümde Kıvanç Tatlıtuğ’un gösterdiği performansın takdire şayan olduğunu, bölüme dair bir, ve madendeki gerçeğin ortaya çıkmasına kadarki atmosferin gerginliğini de bir diğer artı olarak bölüme yazabiliriz sanırım.
Yedinci bölümün başındaki Kıvanç Tatlıtuğ performansı ise yönetimle birleşip adlı adınca söylemeden de bütün olan bitenin bir rüya olması dileğini ve olmadığının anlaşılmasının getirdiği yıkımın tasviri ile ümit uyandırıcı oluyor.
Aktörün canlandırdığı Arman’ın kaptana saldırışını zayıf ve amaçsız ancak derdest edildikten sonraki performansı tezat olarak çok gerçek ve güçlü buldum. Sonrasında kollarından yukarıdaki boruya bağlanması ise birsanırım, Hatice’nin bu şekilde bağlanmasının kurtarılmasıydı. Bir denizaltı geleneği mi bunu bilemiyorum…
Norveç tohumlarının hidroponik/topraksız yetiştirilmesinden sorumlu Felix ve Rana’nın greve giderek misyon bulduğu bölümde, Umut’un daha önce hissettirilen ajandasının iki füze fırlatmakla tırmandırıldığı bir gizeme dönüşmesi ve ikinci kaptan Yonca’nın katılımı ile Barış’a kurulan bir tuzakla iktidarın yumuşak şekilde itidalli bir subay olan Yonca’ya geçmesinin dengelediği denizaltı, ikinci sezona hazır haline gelmiş oluyor.
Umut’un Bosna’da başına gelenleri anlattığı tiradın başarısı, basit bir diyafon tuzağı ile hafifletilse de, Umut’un motivasyonlarına, hem tarihçesi hem çoğunluk için azınlığı harcadığı -güç için değil- olgusunun eklemlenmesiyle kazandırılan üçüncü boyut açısından tekrar anlamına kavuşuyor. Oyuncu Ersin Arıcı’nın tüm dizideki performansını taçlandıran, Altan’ın olan bitene verdiği tepki de sekansı güçlendiriyor. Ta ki Hatice, hiçbir anlamlı sebebe dayanmadan, kollarından üstündeki boruya bağlı Umut’u serbest bırakana kadar!..
Bölümün finali, Into The Night’ın uçağına ek olarak dizinin Türk karakteri Ayaz’ın (Mehmet Kurtuluş) haşin dahli ile gelirken, Umut’un azledilme sahnesinde Sedat Astsubay’ın öfkeli tiradı eşliğinde gösterdiği silahlı performansın Arman tarafından barışa evrilmesiyle S-245 tam bir gizem ve casusluk yapımına dönmüş oluyor artık…
Yerli bir yapım olması sebebiyle adetimiz dışında uzun değindiğimiz bölümler bazındaki incelemeden sonra yapımın geneline dair kısma geçelim şimdi de.
Öncelikle Yakamoz S-245 denenmiş formüllere dayalı ve belli bir standartın üzerinde olarak tanımlanabilecek bir yapım. Denenmiş formüllerden kastımız da gişede veya dizi platformlarında izleyici ilgisini üzerinde toplayabilecek standartlar oluyor. Bunun ilk aşaması da casting. Ama biz oyunculuklardan önce formülle ilgili bir başka olguya geçelim.
Esasen bu olgu bence bir sıkıntı olsa da, herkes için sıkıntı olarak tanımlanmayabilir. Belki belli bir yaşın üzerinde olmak veya benzerlerini çok görmekle alakalı olarak, izleyicilere küçük ipuçları ile olacakları hissettiren Çehov mantığı beni hem yoruyor hem de yapımları gereğinden fazla standardize ediyor. Evet izleyiciyle özdeşleşme ve dikkati yapımda tutmak açısından biz zorunluluk belki ama, mütevazi de olsa ifade etmeliyim ki, olan biten hiçbir şeyin beni şaşırtmaması ile sonuçlanıyor bu tutum. Çünkü hepsi belli şekillerde ve büyük oranda hissettirilmiş oluyor izleyiciye. Bu noktada yapımı eleştirmediğimi ve bu durumun tüm benzerleri için aynı olduğunu belirtmekte fayda var. Sadece, benzerleri arasından sıyrılmanın bir yolu olarak bir tavsiyede bulunuyorum kendimce.
Fakat bir başka açıdan da yapımın hakkının yenmemesi gereken bir handikap var; biz yani hepimiz… Türk izleyicisini ve yapımcısını kast ediyorum.
İzleyici olarak, Battlestar Galactica’da izlesek hiç yadırgamayacağımız bir sekansı Yakamoz’da görünce yabancılıyor veya kendimize yakıştıramıyoruz, daha olumlu bir ifade ile gerçekçi bulmuyoruz. Kendimize dair bir sahneyi, doğallığı ise sinematografik başarısızlıktan, doku uyuşmazlığına kadar gerek hissederek gerek ifade ederek dışlıyoruz.
Yapımcılar açısından ise, onlara hak vererek ve izleyiciyi memnun etmenin zorluğu konusunda suçu peşinen üzerimize alarak da olsa, kompleks demeye dilimi vardırmadan, şu Netflix misyonunu gözden geçirmelerinin faydalı olacağı kanaatindeyim. Belki iki taraftan birini feda etmek en doğru yol olabilir. Yapımın karakteri salt Türk donanmasını baz alabilir veya bu topraklardan bağını tamamen koparabilir. Ama yapım, iki karakteri aynı anda taşımakta zorlanıyor ve zorlanacaktır.
Senaryo alanında da, aynı konsept yani koltukta iki karpuzun taşınması konsepti kendini gösteriyor. Bölümler bazında buna değinmiştik. İlk dört bölüm -veya tanışma sonrası üç bölüm diyelim- ve son üç bölüm, dönüşüm izleri içeren ara sekanslar olsa da birbirinden tamamen farklı karakterdeler. Ve iki ana başlıkta toplam dört farklı karakterden hiçbir drama eseri canlı kurtulamaz.
Bununla birlikte, bu yabancı bir kitabın, uyarlamasının, spin off’u. Bu sebeple bahsettiğimiz dört karakterin de ortaya çıkması aslında kaçınılmaz. Kısaca yapım çok dar olan bir hareket alanına sahip ve orada pek de fena iş çıkartmıyor.
Örneğin yapım, atmosferi ve gizemi konusunda istikrarlı bir ton tutturmayı başarıyor. Bu tonun bir sonucu da istikrarlı bir gerilim oluyor ki, ben her ne kadar psikolojik bir anlatıyı tercih etsem de, yapımın asıl amacının çözülecek bir gizem ve olay örgüsünden kaynaklanan bir gerilim olduğu düşünüldüğünde, zanaatin ilk başlığının başarıyla kotarıldığı ortada.
Sadece… Bu seçimin, finali hiç kimseyi tatmin etmeyecek bir roller coaster yolculuğundan başka bir şey getirmeyeceğinin bilinmesi gerektiğini şimdiden belirtmek gerekir.
Sinematografi ve prodüksiyonun birlikte incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira Yakamoz S-245 prodüksiyon masrafları açısından bakıldığında çok büyük bir yapım gibi durmuyor. Denizaltı içi sekanslarının son derece başarılı olduğu ve ışık ekibinin belki görece basit uygulamalarla çok başarılı atmosferler tasarladıklarını söyleyebilirim. Geniş planlar ise, tanıdığımız insanlar ve daha doğrusu tiplemelerin de eklenmesiyle -bizden konsepti…- daha düşük profilli seyrediyor. Ayrıca efekt anlamında tüm İskenderun’u yakmak ne kadar zorsa, senaryo olarak da bu yangının birçok şeyi kullanılmaz hale getirme tehlikesi de var. Kısaca ve metaforik bir anlatımla S-245 sadece geceleri ve belli derinliklerde hareket etmeye çalışıyor…
Türkiye’deki temel eleştiriler olan, Deniz Kuvvetleri personelinin kötü işlenmesi ve yadırganan teknik konulara gelince; normal şartlarda teknik detaylar, son dönemde internette yayınlanıp keyifle izlenen profesyonel danışman videolarına kadar pek de bir konu başlığı sayılmazlardı. Bu sebeple kurgu ile gerçeğin ayrıldığı noktalar eğer yapımın bilgisi dahilinde ise, ben de çok üzerinde durmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Askerliğini Deniz Kuvvetleri’nde yapmış bir kişi olarak gözüme çarpan ve bana yabancı gelen detaylar oldu evet. Ancak denizaltının kendine has bir geleneği olduğunu -içeriğini bilmesem de- bildiğim için ve daha önemlisi dizinin aldığı danışmanlığın derecesini de bilemediğim için bu konuda yorum yapmanın -tekrar- gerekli olmadığı fikrindeyim.
Türk Askeri’ne gelince… Ben yapımın bu konuda tam olarak nerede hata yaptığını bilemiyorum. Post apokaliptik bir dünyada sallanan bu askerlerin gerçekte olabileceğinden daha hızlı ve sağlam bir şekilde askerlik vasfına döndüğü bile rahatlıkla söylenebilir. Törenlerden, taburlara, çatışmalardan, fedaya, askeri ve askerliği öven birçok da öğe var. Türk sinema izleyicisinin askeri filmlere dair vizyonu stereotipler, karikatürize replikler ve feda temalı büyük resimdeki zaferler üzerine kurulu. Bu değişmeli demiyorum, kim neyi nasıl görmek istiyorsa bu talebinde ısrarcı olmaya hakkı var. Ama bu izleyici, bir Amerikan kitabının uyarlamasında aradığını bulamayacaktır. Hatta yapımda denizaltı personeli, uyarlamanın vizyonundan da ötede, tutulabildiği kadar steril tutulmuş.
Oyunculuklara yeterli derecede değindiğimizi düşünüyorum. Özetle, eğer bir sorun varsa bu, oyunculardan değil, birçok şeyi aynı anda, ve birçok gizemi üst üste onlara yükleyen genel olay örgüsü yapısından kaynaklanıyor.
Casting açısından ise gayet başarılı bir yapı var, hatta bir hoşluk olarak bazı sekansları İngilizce dublajlı izledim. Dublaj sanatçıları bile aslında klasik poetikayı açıklar nitelikteydi. Zamanınız olursa göz atabilirsiniz. Eğlenceli ve açıklayıcı bir sekans olacaktır.
Yakamoz S-245’in macerasına dair son sözümüz ise; izleyiciye, kendisindeki beklentiye göre bir tatmin sağlayacak olması denilebilir. Eğer heyecan, gerilim, çok umut bağlanmayacak bir gizem ve dramatik olarak güzel anlar beklenirse belleklerde güzel bir anı olacaktır. Tersi bir beklentide ise…
Bu da her şeye rağmen zor bir işe girişmiş bu azimli yapımın bir sorunu sayılamaz değil mi?
Tekrar görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Assassin's Creed Shadows'dan Shogun'a... Bir ...
Make Love Not War Ya da Baba Oğul İlişkileri ...
Kenobi...
Ve Almanya İlk Kez Birleşti... Netflix Orjina...
The Mandalorian
Anime Olarak Olmasa da Son Derece Başarılı Bi...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…