Annesi, altı buçuk yaşındaki oğlu Ahmet’e evin telefonunu kapatmasını üçüncü kez söylüyordu.
“Oğlum kapatsana telefonu, telefon böyle kullanılmaz.”
“Yaaa, git.” Ahmet ise herşeye rağmen matematik problemlerini en iyi arkadaşı Mehmet’le paylaşmaya kararlıydı, tıpkı annesinin de telefonu kapattırmaya karalı olduğu gibi…
“İki artı iki eşittir dört. İki artı üç eşittir beş. İki artı dört eşittir altı.” Sonunda annesi telefonun diline bastı.
“Yaaa. Bitmemişti daha. Aaaaaaa!..” Annesi, çocuğunu üzmek istemiyordu aslında. Ama 1985 Türkiyesi’nde evlerine yeni bağlattıkları telefon bir lükstü, sosyal olarak da maddi olarak da… Küçük Ahmet de aslında telefonun böyle kullanılmadığını biliyordu ama Mehmet’e bu problemlerin cevabını söyleyeceği sözünü vermişti, bu yüzden de annesi telefonu kapattığında mahcup olduğunu düşündü. Yine de küçük bir çocuktu, bir süre ağladı sonra unuttu, en sonunda da oyuna daldı.
Ertesi gün Mehmet, Ahmet’e telefonu neden yüzüne kapattığını sordu. Ahmet’in eli ayağına dolaştı, en iyi arkadaşını satmış gibi görünmek istemiyordu ki aslında satmamıştı da zaten.
“Oğlum vallaha annem kapattı telefonu, sonradan açtırmadı bir daha da.” Ahmet’in annesi onun bir tanesiydi. Amacı suçu annesine atmak değildi sadece olanı söylemişti.
Ama Mehmet pek inanmış gibi değildi. Huzursuz olduğunda, boş bakışlar yerleşirdi gözlerine, onu attı. Bir şey demedi, sadece bir “Hı hı…” çıktı ağzından ama o da kinayeli olmaktan çok, bir tür felaketle karşılaşmış da donmuş kalmış insanların tonuyla söylenmişti. Çocuk kendisini en iyi arkadaşına karşı bile korumaya almış gibiydi. Yine de sonuçta bunlar çocuktu, bir süre sonra unuttular.
Ahmet aynı zamanda sınıf başkanıydı. En büyük görevi, ders zili çaldıktan öğretmen gelene kadarki sürede sınıfı sessiz ve disiplinli tutmaktı. Bunu sağlamanın iki yolu vardı.
İlki tahtaya yaramazlar listesi yazmak –ki öğretmen geldiğinde hala o listede olan bir çocuk varsa öğretmenden dayak yerdi, 1985’te çocuk hakları pek gelişmiş sayılmazdı.-
Ve ikincisi de yetkiyi iki kız başkan yardımcısına devretmekti –Burada da kızların cetvelli terörü söz konusuydu.- İkinci yola nadiren başvururdu. Hatta ilk seçenekte yazdığı öğrencileri de genelde öğretmen gelmeden silerdi.
Tek bir kuralı vardı “Asla en iyi arkadaşının adını o tahtaya yazma!”
Küçük çocuklardı ikisi de, daha öyle aman aman bir sosyal aktiviteleri, özel paylaşımları da yoktu. O günün sonunda da okul çıkışı, daha önce de sık sık yaptıkları gibi birlikte Mehmet’in anneannesinin evine gittiler. Mehmet’in anne ve babası çalışıyordu, bu yüzden okuldan gelen çocuk, önce anneannesine gidiyor ebeveynleri onu kendi iş çıkış saatleri gelince oradan alıp evlerine götürüyorlardı.
Çocuklar evde klasik olarak önce pasta, börek, meyve suyu menüsünü öğütür sonra da oyuna dalarlardı.
Bir sene aşağı yukarı hiçbir değişiklik olmadan böyle gitti ve çocuklar ilkokul ikinci sınıfa geçtiler.
Aradan geçen yaz döneminin ertesinde okul açıldığında sınıfta ilk iş başkanlık seçimi yapıldı. Ahmet bu sefer aday olmadı ve aday olmakla kalmayıp sonradan başkan da seçilen en yakın arkadaşı Mehmet’e oy verdi.
Gel zaman git zaman okul devam etti. Fakat bir şeyler farklıydı. Artık sabahçı oldukları için okul saatleri değişmişti dolayısıyla çocukların okul çıkışı aktiviteleri de değişmişti.
Öncelikle artık okul çıkışı Mehmetlere gitmiyorlardı. Kimse, altmış beş yaşlarındaki bir kadın olan Mehmet’in anneannesinin, geçtiğimiz sene bir, bir buçuk çektiği azgın çocuk cıvıltılarını dört beş saat çekmek istememesini yadırgayamazdı. Üstelik Ahmet’in annesi de çocuğunu geri çekmişti, sonuçta kendisinden başka kimse, çocuğuna bu sıklıkla bakmak zorunda değildi.
Ancak okulda da bir şeyler değişmişti!.. Eski başkan Ahmet bunu seziyor ama konduramıyordu, çok küçüktü daha, bunu düşünmekten bile rahatsız oluyordu. Yeni başkan Mehmet’in yüzündeki o donuk, şok olmuş ifade artık kalıcı hale gelmişti. Bir süre daha böyle devam ettikten sonra Ahmet konuyu annesine açtı.
Annesi “Sen kendi derslerine bak, eğer düşündüklerinde haklıysan başka arkadaş bulursun.” anlamında bir şeyler söyledi. Ahmet yine de konduramıyordu, ta ki…
Ta ki o güne kadar! Ders zili çalmış öğretmenin gelmesi beklenirken Ahmet, sırasından kalkıp montunun cebinden bir şey almak için askılığa gittiğinde Mehmet’in ona sertçe “Otur yerine!” dediği ana kadar…
Bunun üzerine azarlanan Ahmet hayal kırıklığı ile dikildi askılığın yanında, cevap vermedi ama oturmadı da. Ahmet oturmayınca, Mehmet onun yanına geldi ve Ahmet’i önlüğünün kolundan tuttu. Ahmet kolunu sert bir hareketle kurtardı ama bu hareketinin aksine mahcup şekilde, söylerken bile içini acıtan o son cümleyi söyledi “Sen değiştin.”
Mehmet’in yüzündeki o kızgın, o sürekli gergin, boş bakış bir an gerçekten üzüntüyle gölgelendi “Değişmedim…” dedi ama gerisini getiremedi. Değişmişti çünkü, daha doğrusu erken büyümüştü, mevki sahibi olmuş gerisini unutmuştu. Oysa aralarında bir iktidar çekişmesi de olmamıştı. Ahmet değil miydi seçimde aday olmadığı gibi bir de kendisine oy veren? Düşünmedi bunları, Ahmet de uzatmadı, üzüntülüydü, artık en iyi arkadaşı yoktu, sırasına oturdu. Mehmet’e “Sana küstüm.” demedi ama kafasında bitirdi bu arkadaşlığı. O zaman adını koyamamıştı ama o an bile belli belirsiz hissetmişti; iyi bir dersti bu…
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl'den Yeni Saga: Atlantropa - İl...
90'lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
Tefrika Öykü: Bu Yangın Hepimizi Yakar - 3.Bö...
Berdan Sarıgöl’den Üçlemenin Final Kitabı – U...
Kısa Öykü: Ateşi Aramak
Berdan Sarıgöl’den Saga’nın İkinci Kitabı – U...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…