Bugün Amazon Prime Video‘nun bugüne kadarki en iyi iş yapan ikinci ve ilkinden kesinlikle çok daha iyi olan yapımı Fallout incelemesi ile birlikte olacağız. Bethesta Software‘in fantastik kardeşi The Elder Scrolls ile birlikte iki amiral gemisinden biri olan video oyunu Fallout’tan esinlenen diziye dair incelememize başlamadan önce ağır bir spoiler/sürprizbozan uyarısı yapalım ve fragmanı izleyelim.
Fallout, alternatif bir tarih çizelgesinde bizim evrenimizin 1960’lı yıllarına denk düşen bir ortamda ve önlenememiş bir nükleer savaş ile savaştan 200 yıl sonra bir sığınakta aynı anda perdesini açıyor. Böylece de dev bir şirket olan Vault Tec tarafından nükleer savaş ve sonrası için inşa edilen sığınakları da merkezine koyuyor. Bu iki ana mekana ek olarak da yavaş yavaş ama aslında olan bitenin ne olduğunu ustaca açtığı bir wasteland yani nükleer savaşla yerle bir olmuş bir radyasyon cehennemi olan dünyayı yavaş yavaş ekliyor. Bu noktada hiç ertelemeden Fallout’un senaryo mühendisliğinin izleyiciyi heyecanlandıran ve gizem çözen açık uçları kapatmanın ötesinde bir başarıya sahip olduğunu ifade edelim.
Bu üç mekanın kayda değer organizasyonları ve karakterleri var ve hepsi de stereotip veya basit bir tanımlama görevinin ötesinde üç boyutlu oluşumlar olarak gerek sahne zamanları gerekse incelikli varlıkları ile yapıyı şimdiden bir “klasik” olma noktasına taşıyorlar.
Yine de yapımın üç ana karakteri var. Bir sığınak sakini olan Lucy Maclean (Ella Purnell), 1960’lı yıllarda çok ünlü bir western oyuncusu ve eski bir deniz piyadesi olan sonraların Ghoul/Hortlak-Gulyabani’si Cooper Howard (Walton Goggins) ve wasteland yani yüzeyde otoriter ve güç meraklısı ama aynı zamanda kaosa karşı bir düzen olan Brotherhood/Kardeşlik’in, ruhu, yaşadığı hayattan daha büyük ve iyi anlamda karmaşık müridi Maximus (Aaron Moten).
Lucy’nin barış dolu ve huzurlu yaşamını bir evlilikle taçlandırdığı gün uğradıkları saldırı ve saldırıda kaçırılan babası denetmen Hank Maclean (Kyle MacLachlan)’ın peşinde çıkacağı yüzey yolculuğu, 1960’lardaki dev bir komplo, bu komplo içinde yaşanan güç mücadelesi kadar aile ilişkileri ve yüzeyde daha sonra yaşanan ikinci bir yıkımı birbirine bağlayan doğa üstü ve ilgi çekici bir olaylar zincirini başlatıyor. İşte bu bütünün adı da izlediğimiz yapım yani Fallout oluyor.
Fallout, esasında klasik bir post apokaliptik, bir uzaylı istilası sonucu ortaya çıkan H.G.Wells‘in Dünyalar Savaşı‘nda ele aldığı bir kaosla başlattığı kaos janrına dahil olarak tanımlanabilecek bir yapım. Daha açıkçası; bir kaos ve kaosa düzen getirmek isteyen, belki başlangıçta başka bir dileği olmayan ama bu yoldaki aşırı idealizm ve/veya düşülen umutsuzlukla acımasızlaşan büyük aktörlerin birbiri ile mücadelesine, her gün hayatta kalmaya çalışan yüzey sakinlerinin de mücadelesinin eklendiği daha da derinleşen bir kaos hikayesi Fallout. Kimsenin birbirinden farkını bırakmayan bir cehennem.
Bu noktada, hem kendi dünyamıza hem de yapımın atmosferine bir geçiş de yapalım. Öncelikle ve kuvvetle muhtemel Amazon bu diziyi gündeme getirirken özellikle daha eski olması nedeniyle Rusya-Ukrayna Savaşı ve belki de ortadoğudaki nükleer tehditlerden de beslendi. Bir noktada izleyicide bir bilinç oluşturmak veya sadece ondan para kazanmak amaçlı olsa da bu konseptin diziye kattığı atmosfer hem, kayda değer hem de aslında yapımın alamet-i farikası olan bir özellik katıyor; kara mizah ve kara bir nihilizm. -Tıpkı bizim 1960’larımızdaki Hippi Hareketi gibi-
Evet Fallout özellikle 20.yüzyılın ilk yarısından seçtiği ve kuvvetle muhtemel Amerika’da olağanüstü popüler olan aşk ve iyimserlik şarkılarını arka planına yerleştirdiği dehşet verici ve kanlı sahneleri ile ölen hiç kimsenin hiçbir değer ifade etmediği bir ruh hali ile ortaya, komik denebilecek -tekrar etmek gerekirse- bir cehennem koyuyor. Çünkü yıkım ve yıkımın her an tekrarlanması olasılığın insanların anksiyeteyi devamlı olarak hissetmesini imkansız kılıyor.
Bu dünyada aslında sığınaktaki bir ütopyadan yüzeydeki bir külte veya sadece Wasteland’deki bir çöldeki herkes aslında sadece bir fare artık. Bu ağır ve bir kitapta son derece ciddi işlenebilecek -ve de anlamlı- düşüncenin insanı gülümseten bir vahşetle verilmesi Fallout’u türünün başyapıtlarından birine çeviriyor.
Ama yapıma bu özelliği katan tek şey, özellikle karikatürize edilmiş bir dehşet veya onun son derece köklü kaynakları değil; Ana karakter Lucy Maclean ve karakteri canlandıran oyuncu Ella Purnell… Son derece güzel, sesini olağanüstü kullanan, canlı ve sevimli bu karakter -yapımda sebeplerini anlayacağımız genetik özellikleri sayesinde- aynı anda kriz anlarında o kadar efektif ve vurdumduymaz olabiliyor ki, farklı zamanlarda gösterdiği mükemmel adaptasyona ve ölümcül yeteneklerine rağmen hemen sonrasındaki optimist hayat gücü ile izleyiciyi etkilemekle kalmıyor, klasik karakter gelişimi konseptini de devrimsel şekilde alt üst ediyor. En azından sezon finaline kadar.
Buradan, karakterlere, oyunculuklara ve organizasyonlara geçecek olursak; öncelikle Brotherhood/Kardeşlik’in hırslı ve ruhu Wasteland’dan büyük karakteri Maximus ve onu canlandıran neredeyse Denzel Washington‘un genetik kopyası olan Aaron Moten’den bahsetmemiz gerekir. Biraz şaibeli bir şekilde şövalye yamağı olan ve aslında haklı da olduğu ilk fırsatta zırhı üzerine geçiren Maximus, güç ve ataklık göstermesi gereken her yerde amatör de olsa tereddütsüz olarak bunu yerine getiren, ve ağlayacağı, kızacağı, korkacağı her bir durumda da bunu aynı şekilde yerine getiren bir karakter olarak üç boyutlu kelimesinin neredeyse tanımı oluyor ve kendisini canlandıran oyuncu Aaron Moten’i tıpkı Ella Purnell gibi bir üst lige gönderiyor.
Eski deniz piyadesi, western yıldızı ve 60’lı yıllarda kurulan büyük komployu keşfeden Cooper Howard ise daha sonra dönüştüğü acımasız ödül avcısı Ghoul/Gulyabani-Hortlak olarak sahnede boy gösteriyor. Tanımda üç farklı karakter olduğu dikkatleri çekecektir sanıyorum ama veteran aktör Walton Goggins’i ve seneristleri büyüten asıl başarı bu değil. Asıl başarı, özellikle Ghoul iken akıl almaz kötülükler yapan karakterin asıl motivasyonunun aslında farklı olduğunun son derece profesyonelce hissettirilmiş olması. Bu noktada karakterin gereksiz denebilecek kötülüğünü izleyen izleyici geçmişteki flashbacklerle de bombardımana tutulup aslında bir başka motivasyon olduğunu hem yazım hem icra olarak o kadar organik şekilde kurabiliyor ki, bu alkışa değer bir başarı.
Diğer kayda değer performanslara geçmeden önce tıpkı yukarıdaki üç karakter ve oyuncu gibi, geriye kalan castın da olağanüstü bir başarıyla gerçekleştirildiğini belirtmemiz gerekiyor. Her oyuncu, en stereotip olanlar bile görevlerini o kadar iyi yapıyor ve zaten oldukları kişi olarak o kadar o role uygun duruyorlar ki, tüm deneyim bir keyfe dönüşüyor.
Harika performansların tamamına değinmek güç olacaktır ama Moldaver rolündeki Sarita Choudhury’nin cazip ve güçlü depiksiyonu, Frances Turner’ın canlandırdığı idealist ve acımasız ama aynı zamanda büyük bir iyiliği kovalayan Barb Howard’a da yansıyor. Sığınak denetmeni ve Dune‘ın 1984 çevrimindeki Paul Atreides rolünden tanıdığımız usta oyuncu Kyle MacLachlan’ın değişen statü ve durumlara göre yansıttığı büyük değişiklikleri aynı güçle kotardığı yapımda Lucy’nin çok zeki ve karamsar kardeşi Norm’u canlandıran Moises Arias ile yanında bir dev gibi duran saf ve iyimser arkadaşı Chet (Dave Register) karakterlerinin de aslında yapımın başrollerinde olduğu asla yadsınmıyor. Son olarak şövalye yamağı Thaddeus -bu arada Kardeşlik’teki isimlere dikkatinizi çekeriz- rolündeki Johnny Pemberton’un da mükemmel bir performans sergilediğini ifade etmeliyiz. Aslında oyunculuklar ve yapımın atmosferine dair iki sahneden söz ederek bu bahsi kapatmak daha kısaca mümkün olacaktır.
Chet ile dominant -ve aslında bir tür genetik dizayn olan- eşi Stephanie (Annabel O’Hagan)’ın sevişme sahnesinin burada yazamayacağım bir anında doğumun başlaması ve ilk kez öpüşen Lucy ile Maximus’un ellerinde tuttukları iki -vücutsuz- kafanın da dudak dudağa gelmesi sahneleri bahsettiğimiz tüm atmosferi ve oyunculukları açıklamaya yetiyor.
Yapımın belki üzerinde çok durulmayan, belki alternatif 1960’ların 200 yüz sonrasına ait olmasının sonucu olan bir başka -ve kanımca çok büyük bir- başarısı da neredeyse her postapoliptik ya da pesimist fantastik/distopik yapımlara özgü o yapay görsel dünyasının kesinlikle hissedilmemesi. Bir başka deyişle sinema efekti verilen o vintage görselliğin sunduğu karakterler, üzerlerine saçma sapan paçavralar geçirmiş ve etrafta “takılan” figüranlar ambiansı vermiyor.
Yine atmosfere dair bir başka nokta da, her ne kadar ben Fallout oynamamışsam da veteran bir oyuncu olarak Fall Out, Portal ve Bioshock evrenleri arasında hem oyun hem yapım olarak bağlantı ve etkilenmeler gördüm.
Peki yapımda hiç mi sorun yok. Senaryoda birkaç continuation hatası -özellikle Hank ile Moldaver ve Ghoul ile Şövalyeler arasında- ve bir seçim olmakla birlikte kurguda özellikle soundtrack ile biten sahnelerin ardından, önce sesin sonra görüntünün gidip yaklaşık bir saniye sonra geçilen sahnelerde yapımdan koptuğum anlar oldu. Bununla birlikte bu, yapıma dair fikrimi değiştirmiyor. Keza yapım da sadece bir dizi.
Bununla birlikte bir nokta, belki sadece bu konu başlıklarıyla ilgili olanlar için belki de ikinci sezonda açılacak şekilde dikkat çekici şekilde kapalı görünüyor. Şöyle ki; dizide kötü adamlar iki koldan türüyorlar. Dünyayı savaştan ari ve mükemmel bir insan türü peşinde yok etmek isteyen idealistler ve sadece bundan kazanacaklarını düşünen dev kapitalistler. Bir noktada zorunlu bir ortaklık ve uyumsuzlukla başlayan bu macera, zaman içinde özellikle idealistler bazında kendini gösteriyor yani Kardeşlik/Brotherhood ve ondan daha insani olan ama yine de bir konuda takıntılı Moldaver’in raiderları. Peki kapitalist kanat nerede?
Kendi sığınaklarında deneyler yapan ve kuvvetle muhtemel soğuk füzyon peşindeki Vault Tec ve ortaklarının sezon finalinde boy gösterdiğini izleyiciler hatırlayacaktır. Ancak kapitalizmin, ürettiğini satmakla ilgili olan kısmını, kendi içinde bir topluluk kurmayı başaran, bir başka deyişle pazara dönüşmüş olan Shady Sands’i yok ederek yadsıyan bir Vault Tec neyin peşindedir? İşte bu, henüz veya temelli bir muamma.
Yine de, biraz önce ifade ettiğimiz gibi bu yapım da sadece bir dizi. Belki de bu kadar kafa yormak da gerekmiyor. Başka yapımlarda da görüşmek dileğiyle.
İlginizi Çekebilir
Star Trek Evreni'nin Son Halkası - Star Trek:...
Türe Dair Bir Ergenlik Vakası: Kendi Ajandası...
İki Dizi-1: Raised By Wolves - Ridley Scott'u...
Dizi İncelemesi: The Umbrella Academy
Müzik Kutusu: The Witcher Soundtrack - Dizide...
Alınan Dersler ve Vaad Edilen Bir Hype - Güç ...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…