Mişna’da bir terzinin Sebt gününde alacakaranlık çöktükten sonra elinde
iğneyle sokağa çıkmaması gerektiği söylenir – Borges El Zahir
Çölde miydim, gece miydi, ölmüş müydüm.
Gözlerimi acı bir parlaklık alıyor. Güneşin kızarttığı kafamdan dumanlar ve et kokuları yükseliyor. Su kaynatmışım. Motoru yakmışım. Bujilerimden ses geliyor. Egzozum patlamış, ciğerlerim karbondioksit dolu. Hırlıyorum, öksürüyorum. Sileceklerim kırılmış, gözümden oluk oluk yaşlar akıyor. Kaput desen içeri göçmüş. İmkânı yok düzelmez bu iskelet. Zaten kaburga kemik sayım bile uğursuz. 13 çift. Toraksım darmadağın, kalbim yok. Kalbim çıkmış yerinden. Gidecek yeri yok. Uzakta bir hayat belirtisi yok. Bütün aksamlarım kum yutuyor ya da kum tüm aksamlarımı yutuyor. *Yüksek şatodaki adam kulağıma yaklaşıp fısıldıyor;
*“Hey baksana, tuhaf bir zamanda yaşıyoruz. İstediğimiz her yere gidebiliyoruz, başka gezegenlere bile. Ama ne için? Günlerce oturup moral çöküntüsünü ve umutsuzluğu yaşamak için. Sonsuz bir can sıkıntısı yaşamak için.”
“Bas git işine” diyorum kulağımdakine. Ses, gözlerini bana dikiyor. Pis pis sırıtıyor.
“Heh” diyor,
***“Siz eksik etekler olmasanız yarış arabaları ve atlar üzerine tartışır, açık saçık şakalar yapardık; medeniyet olmazdı.”
Ağzımdan, burnumdan ve geri kalan tüm deliklerimden kumları temizlemeye çalışırken, bana sövdü mü övdü mü anlamıyorum. “Bas git işine” diyorum, o da gidiyor. Ses gidiyor, yerine sessizlik geliyor. Mutlak ve çıldırtıcı bir sessizlik kıçını şakağıma dayıyor.
Saçlarımın arasından bir tığ çıkartıyorum. “İğne oyası yapamadın bari çukur kaz da yolunu bul.” Bu annemin sesi. Demek şakağımdaki kıça bir tekme atmış, yerine kendi oturmuş. Annem her yere oturur. Taşa, yatağıma, odamın içindeki gardıroba (beni dinlemek için), tuvalete, hayatımın içine. Bir keresinde koca kıçıyla (şu anda şakağımı ezen) üzerinde yavru kedimin uyuduğu mindere oturmuş ve hayvanı ezmişti. Şimdi beni eziyor, şakağımdan başlıyor. Ben tığ ile yolumu bulmaya çalışırken (ama bir yolum yok), yüzüm kıçının ağırlığıyla yere yapışıyor. Süründüğümü sanıyorum ama belki de yerimde dönüp duruyorum. Boktan bir durum.
Yorulup sırt üstü uzanıyorum. “Anne” diyorum, o da şimdi gelmiş toraksıma oturmuş beni dinliyor. Zaten oldum olası ağzından çıkanlar yüreğime gelip otururdu. Şimdi de kıçı. “Buraya gelmeden önce, kumlara gömülmeden önce, feci bir ders verdim ona. Bana üstten bakan bir hali vardı. Böbür böbür. Hani nasıl derler kıçı kalkmış. Kıç dedim diye alınma anne. Sendekini kimse geçemez. Zaten geçmeye kalkanı da ne yaptığını biliyoruz; bakınız zavallı babam. Adamı bir yumrukta yere sermişsin ya o gün, hani düğün gecenizde seni kucağına almayıp sırf senden önce eşikten adımını içeri attı diye. O günden belli olan ölene kadar da devam etti. Senden hep bir kıç geride durdurdun adamı. Senin kıçının gölgesinde, verdiklerinle yetindi durdu zavallı. En son mezara gömerken baktım, ellerinle gözlerinle bir tuhaf hareketler yapıyor, hâlâ mezar yerini ölçüyordun, önde mi arkada mı diye. Benim adamsa tam tersi, kafası arşıâlâda, beni yukarı doğru süzüp aşağı doğru düzlüyor. (Eh sen ona düzmek dersin gerçi.) O aşağılamaları beni öyle bir dümdüz ederdi ki, şu kıçının oturduğu toraksımda 120 kiloluk traktör lastiğinin izlerine bakıp şiir yazasın gelirdi – yırtık tişörtünün üzerinde/bulundu lastik izi/kimse gelmedi kimse görmedi/küçük kız.
Olur olmaz arayıp sesini titreterek, “tatlım şekerim, akşama senin için nelerim var nelerim” derdi. “Ne?” derdim. Aşkmış güya. Sürttüğü yerleri bilmezmişim, girdiği koyunlar bana melemezmiş, gözlerim yasaklarını yakalamazmış gibi. Gittim kendime en kırmızısından, en parlağından, en fermuarlısından, en topuklusundan, boyum kadar bir çizme aldım. O her zamanki sözde aşklarından vereceği akşamlardan birinde, geçirdim çizmeleri ayağıma. Rap rap rap. Bir boy yürüdüm önünde aşağı yukarı. Ev sallandı sanki. Öyle vurdum tabanlarımı yere. Mıh. Durdu. Şaşırdı. Üstüne yürüdüm, geriye kaçayım derken ayağı takıldı yere kapaklandı. Fırsat o fırsat. Tak tak tak. Kraliçe Ravenna ihtişamıyla başının üzerinde dikildim. Alınacak bir öcüm vardı. Yalnız bu arada durumum pek iç açıcı değildi. Çizmeler kaşındırmaya başlamıştı. Vıcık vıcık terleyen tenim suni deriye yapışmıştı. Isınan suni deriden yükselen plastik kokusu burnuma geliyor, midemi kaldırıyordu. Bir an önce tehditlerimi savurmalı ve çekip gitmeliydim. Yoksa çizmelerle üzerime geçirdiğim cesaret, pul pul dökülüp yere akacaktı. ***“Baksana sen bana. Gördün mü bu çizmeleri. Şimdilik yürümek için. Ama bir gün gelecek, seni buldozer gibi ezip geçeceğim bunlarla, haberin olsun. Doğru söyleyeceğin yerde yalanı sevgili yapmışsın kendine. Bahse asla girmem dediğin rulet masasından beni kaybedip dönüyorsun. Değişeceğine yerinde sayıyorsun. Hani bana bir şey olmaz yanmam ben diyorsun ya. Haber vereyim yepyeni bir kutu kibrit taşıyorum cebimde. Bir gün, bir gün seni ezeceğim bu çizmelerle. Bilmiş ol. Şimdi çekil karşımdan.” gözleri kocaman açık bana bakan başını, yerde bıraktım. Kapıya doğru adım attım; “Hazır mısınız çizmeler? Hadi yürümeye başlayın” Çıkarken, duvardaki çatal izine baktım. Üzerime fırlattığında, elimdeki tavayla öyle bir karşılamıştım ki, duvara saplandığında Wimbledon tenis turnuvasında sayı kazanmışım gibi muzaffer hissetmiştim kendimi.
Ben çıktıktan sonra ne yaptı bilmiyorum. Ama geceleri geri dönüp onu yakacağım korkusundan bir süre rahat uyumamıştır kesin.
Annem yok olmayı seçiyor. Göğsüm hafifliyor, şakağımdaki ağırlık uçmuş gitmiş. Süründüğüm yerden kalkıyorum, uzakta bir kıpırdanma seçiyorum. Serap mı? Çöl ortasında ondan başka ne olabilir. Seraba yaklaştıkça, devasa yatay bir yapıyla karşılaşıyorum. Yan yana prefabrik çelik kafesler. Üzeri dev bir kubbe ile örülmüş. Kimsenin yaklaştığımı görmemesi garip. Zaten ortada insan yok. Makine gürültüleri arasında zzzz zzz zzz çalışan robotlar. Karınca gibiler. İleri geri koşturup duruyorlar. Uzay mekiğine benzer bir aracın önünde, solunda, sağında, arkasında. Zzzzt zzzzzt. Bunun mantıkla açıklanacak bir tarafı yok. Kesin öldüm. Ya da rüyamda öldüğümü görüyorum. Ya da aslında hiç var olmamıştım. Yani çöldeyim, insansız bir hava sahasının ortasında ve bundan 4 gün önce mutfakta çorba yapıyordum. Anlamıyorum, uzay mekiğine yaklaştıkça da anlamadıklarım katlanarak artıyor. Kafamı kaldırıp o koca makinaya bakıyorum, robotlar etrafımdan dolaşıyor ve kimse beni fark etmiyor. Mekiğin kapısına geliyorum, o sırada kapı açılıyor içeriden işçi bir robot çıkıyor, ben fırsat bu fırsat atıyorum kendimi içeri. Saklanarak etrafı kolaçan ediyorum, rum rum. Sesim yankılanıyor ama kendi beynimde. Tekrar ediyorum, rum, rum. Biraz ileride kokpitte arkası dönük biri oturuyor. Saçları sarı, uzun. Kafasında bir telsiz kulaklık. Başka bir şey görmüyorum. Saklanıyorum. Telsizin sesini duyuyorum.
****“Yer Kontrolünden Binbaşı Tom’a. Yer Kontrolünden Binbaşı Tom’a. Protein haplarını al ve kaskını tak (on, dokuz, sekiz, yedi, altı) Geri sayım başlıyor, motorlar çalışıyor (beş, dört, üç). Ateşlemeyi kontrol et ve Tanrı seninle olsun (iki, bir, kalkış).”
Kulaklarımı patlatan bir gürültüyle yere yuvarlanıyorum.
“Kalkış başarılı.”
Neler oluyor, ne kalkışı derken pencereye yaklaşıyorum, büyük bir hızla yerden uzaklaştığımızı görüyorum. Havai fişek gibiyiz, birisi bizi ateşledi ve havaya fırlatıldık. Çöl, bir süre sonra hatırlayamayacağım ve uzun süre geri dönmeyeceğim bir gerçeklik gibi gözümün önünden yok oluyor. Telsizin gülen sesi dolduruyor içeriyi yeniden;
“Binbaşı, gazeteler kimin formasını giydiğini bilmek istiyor. Hadi bakalım şimdi cesaretin varsa kapsülünü terk etme zamanı.”
Oturduğu yerden ayağa kalkıyor, arkasını dönüyor. Ben. Gözünde John Lennon gözlükler. Bana öyle tuhaf bakıyor ki, ne işim var benim burada diye soruyorum ona sanki bilmem gereken tüm cevaplar onda saklı gibi. “Artık çok geç” diyor ve bir tulum atıyor üzerime. “Haydi, giy şunu, şu başlığı da tak, oyalanma. Çıkmamız lazım.” Sesi kız çocuğu gibi ince, kibar. Şimdi kulağında telsiz yok ama bizi hâlâ duyuyorlar.
“Binbaşı Tom’dan Yer Kontrole, kapıdan içeri adım atıyoruz.”
Ve birlikte çok acayip bir boşluğa süzülüyoruz. Yıldızlar, yeryüzünde gördüğümden epey farklı görünüyor. Gerçekten teneke bir kutunun içinde, dünyanın çok yukarısında mıyız? Dünya çok hüzünlü ve buradan yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Yüz bin mil yol kat etmemize rağmen oldukça durağan hissediyoruz. Ve sanırım uzay gemisi hangi yöne gideceğini biliyor.
Son bir ses duyuyoruz; “Yer Kontrolünden Binbaşı Tom’a. Bağlantı koptu. Yolunda olmayan bir şey mi var? Binbaşı Tom Beni duyuyor musunuz? Beni duyuyor musunuz Binbaşı Tom?”
Binbaşının devreler yanmış, bende kaput yamuk, teneke kutunun içinde süzülüyoruz, Ay’dan çok uzakta, Dünyadan çok uzakta.
* Philip K.Dick – Yüksek Şatodaki Adam
** Yüksek Şatodaki Adam’dan alıntı
*** Nancy Sinatra “These boots are made for walking”
**** David Bowie “Space Oddity”
İlginizi Çekebilir
1984'den 2022'ye: Karate Kid ve Cobra Kai'nin...
Valkyrie Evreni Hikayeleri-3: Kültür Elçileri
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
S.Volkan Gün'den, Galaktik Günceler: Nareed-2
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Karayiplerden Bir Korsan Öyküsü-2: Denizin Ru...
“Sadece ‘saçmalıkla’ ilgileniyorum; içinde pratik olarak hiç bir anlam taşımayanla.
Yaşamın sadece absürt göstergesiyle ilgileniyorum.”- DaniilKharms
Uzun zamandır yazıyor, yazmaya çalışıyor, devam etmeye çalışıyor. Deneme, yanılma, oradan, buradan, şuradan. Bu kadar yazan, çizen, onca tanınmış, tanınmamış insan arasında kendisine nasıl bir pay düşer bilmiyor, çok da umursamıyor. Ne önemi var ki! Altı üstü hep birlikte eğleniyoruz canım.
“I‘m one of those regular weird people.”–Janis Joplin and“probably the best one”– Carlsvonberger