Bugün, ilk filmden çeyrek asır sonra sinema salonlarında kendine yer bulan ve bu özelliğiyle ile de oldukça geniş çaplı bir ilgi uyandıran Gladiator II / Gladyatör II filmini inceleyeceğiz. Bunu yapmadan önce de sitemizin artık bir klasiği olarak spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapıp fragmanı izleyeceğiz.
Başlıkta zaten ifade ettiğimiz ve fragmanda da geçen ilk filme dair referanslardan hareketle biz de incelememizi, ikinci filmin ilk filmle olan benzerlik ve ayrımlarına göre dizayn edeceğiz. En baştan belirtelim ki, Gladyatör II, aslında ilk filmin birçok anlamda yeniden çekimi. Teknik anlamda elbette ki aradan geçen yirmi beş yılın avantajlarını iyi kullanıyor ancak senaryo bazında bu filmin neden çekildiğine dair bir açıklaması yok ve bu da önemli mantık sorunlarına yol açıyor.
Film, ilk filmden farklı olarak açılışını, filmin kahramanı Hanno yani aslında Roma’nın sürgündeki prensi Lucius Verus Aurelius’un (Paul Mescal) aşık olduğu karısı Arishdat ile beraber savaştığı Numidya’da -günümüzde Tunus- yapıyor. Russel Crow‘un Maximus‘unun, Strength and Honour / Güç ve Onur mottosu ile dize getirdiği barbar Germen kabilelerinin yerini de böylece, barbar olarak adlandırılan ve aslında tıpkı Germen kabileleri gibi sadece özgürlüğünü korumaya çalışan medeni Numidyalılar ve medeni Romalıların yerini de işgalci Romalılar almış oluyor.
Savaşın teknik olarak oldukça iyi kotarıldığını, bir deniz savaşı daha doğrusu çıkartma savaşı olarak Roma geleneğini oldukça başarılı canlandırdığını ve savaştaki şiddet-adrenalin dengesinin yine oldukça kararında verildiğini belirtmeliyiz. Ancak savaşın senaryonun başlangıcı ve teknik bir meydan okuma olduğu kadar farklı bir görevi daha var; izleyiciye general Marcus Acacius’u (Pedro Pascal) tanıtmak.
Savaştığı davaya inanmayan ancak Roma’ya ve askerlerine sadık ve savaş alanında onlarla omuz omuza çarpışan bu general aslında ikinci filmin Maximus’u. O kadar ki, askerlerine büyük zarar veren bir savaşçıyı da bizzat kendi girişimiyle öldürmeyi başarıyor, yani kahraman Hanno’nun aşkı Arishdat’ı. Filmin son perdesinde son derece önemli olacak bu olay ve niyet, ilk iki sahnede ise ilk Gladyatör filminin benzeri -ancak bazı bilinçli farklı seçimlerle zenginleştirilmiş- olan bir olaylar silsilesini başlatıyor.
Buna göre, intikam hırsı ile yanıp tutuşan Hanno, eski bir köle ve alfa bir güç avcısı olan Macrinus’a (Denzel Washington) satılıyor. Macrinus da Hanno’yu büyük bir gladyatör yapıyor. Bir tanesi tamamen deli diğeri görece normal ama yine de kendi ile sorunları olan ikiz imparatorlar Geta ve Caracalla’yı düşürmek isteyen ve ilk filmde Maximus’un sevgilisi olan Lucilla (Connie Nielsen) ile eşi general Acacius da böylece farklı motivasyonlarla Hanno’da aradıklarını buluyorlar. -ilk filmi izleyenler hatırlayacaklardır Hanno yani Lucius Verus, Lucilla’nın oğludur- Ve, yine ilk filmdeki gibi başarısız bir darbe teşebbüsü ile de son perdeye bir tarafında Hanno ve diğer tarafında Macrinus’un bulunduğu bir final taşınmış oluyor.
Tretmanını bu şekilde özetleyebileceğimiz filmde konsept olarak bazı sorunlar var. Özellikle, Hanno’nun sürekli asi tavrı ve ilk filmdeki Maximus’tan farklı olarak bu tavrın karşılığında hiçbir sorunla karşılaşmamasında kendini gösteren bir karikatür var daha doğrusu. İmparatora bir keşmekeş içinde bile olsa ok atıp -hedef imparator değil- hiçbir yaptırımla karşılaşmamak, özellikle Macrinus’un herşeyi anlama hızındaki verisiz yeteneği ile birleşince ortaya çıkan şey; gücün siyaset başta olmak üzere neredeyse tüm ilişkilerde başat olduğunu ve kurnaz bir ahlaksızlıkla desteklendiği çoğu zamanda da insanları etkisi altına aldığını büyük bir isabetle anlatan, ancak koşan senaryosu ve sembolik jestleri ile bunu sürekli vurgulayan bir sığlık oluyor.
Teknik ve tarihi ekspertiz anlamda üç sahne özellikle dikkat çekiyor, bunlardan ilkinden yani Numidya Savaşı’ndan zaten övgüyle bahsettik. Gergedan dövüşü ve Kolezyum‘daki deniz savaşı sahneleri ise biraz karışık. Gergedan dövüşü kesinlikle görsel ve adrenalin yüklemesi olarak çok etkileyici. Gergedan sürücüsü ve Hanno’nun teke tek dövüşleri -kalabalık bir gladyatör grubu bu dövüşü müdahale etmeden seyrediyor.- veya arenada gergedan olup olmadığı konularının tarihsel arka planına dair bilgim yok ama sahne son derece tatmin edici.
Deniz savaşı ise aslında hem olması gerektiği gibi hem de değil. Evet, tarihte Kolezyum’a su bastırılarak bu tür deniz savaşları yapılmış ancak ben bunun daha ziyade günümüzdeki AVM’lerinin bazılarındaki dış havuzlar düzeyinde bir su olduğunu ve üzerindeki teknelerin de kayık büyüklüğünde olduğunu düşünüyorum. İki gerçek boyutlu kadırganın, köpekbalığı dolu derin bir suda -ve nedense mavi bir suda- bu tarz bir savaş yapması bana biraz gerçek dışı geliyor. Ayrıca dövüşün temposu ve seyrinde de bazı taktik anlamsızlıklar var. Sahnenin farklı bir amacı var olduğu için izleyici bunları affedebiliyor ama o amaç da anlamlı bir finale ermediği için bu sahne neredeyse tamamen havada veya bir gövde gösterisi düzeyinde kalıyor.
Ancak yine de yönetmen Ridley Scott‘un her iki sahnede de ortaya koyduğu “şey”, daha doğrusu ilerlemiş yaşına rağmen gösterdiği bu heyecan ve hayal gücü izleyiciye aslında sadece takdir etmeyi bırakıyor.
Efektler anlamında söyleyeceğimiz son şey ise Roma’nın ilk filme göre kesinlikle daha güzel ve daha da önemlisi gerçek şekilde resmedilmiş olması.
Senaryosu koşan filmin, yine bu senaryo sebebiyle yer yer kopukluklar yaşayan bir kurgusu var. Seyirci hiç tam olarak yükselemediği gibi, senaryo herşeyi hızlı hızlı anlatırken de paradoksal olarak akmıyor. Bunların temel sebebi, gerçekleşen şeylerin aslında mantıksız olması. Bunun da sebebi bu filmin neden çekildiği konusundaki boşluk. Aslına bakarsanız bu film tıpkı arena sahnelerindeki gibi Ridley Scott’un teknik bir gövde gösterisi ve kişisel bir meydan okuması olarak çekilmiş. Bu da elbette ki kaynakları sağlayabildiği sürece yönetmenin kendi tercihi.
Oyunculuklara geçersek, ya Hanno/Lucius ya onu canlandıran aktör Paul Mescal’de bir donukluk var. Son derece mağrur ve şiir sahnesinde biraz olsun stereotipten çıkıyor ama temelde özdeşleşmesi zor bir karakter. Bununla birlikte bu olgu, filmle ilgili de olabilir ki Ridley Scott’un bu yönde bir telkini olduğuna dair haberler de var. Daha önce bahsettiğimiz gibi filmde bir katarsis anı yok ve bunun önemli bir öğesi olan müzikleri de ilk filme göre oldukça mütevazi ve geri planda. Denzel Washington’un hırslı Macrinus’u kendisini köle olarak kullanan Marcus Aurelius’un bilgeliğiyle alay ederken, pratik ve zalimken yani kendi ajandasına göre istediği gibi davranırken çok başarılı. Macrinus şartları ve tavırları kendisi belirleyen bir karakter ve oyuncu da bunu çok iyi yansıtıyor. Fakat iki imparatoru birbirine düşüren Macrinus, maalesef yine karikatür senaryonun kurbanı oluyor.
Tam bu noktada belirtemeliyiz ki, siyahi Denzel Washington’un canlandırdığı Macrinus karakteri bir woke kültür öğesi değil; Macrinus, muhtemelen siyahi olmasa da, gerçekten de Caracalla’dan sonra çok kısa süre Roma‘ya imparatorluk yapmış berberi -Kuzey Afrikalı- bir senatördü. Yine Geta ve Caracalla da tarihte gerçekten çatışmış ve Caracalla, Geta’yı öldürmüştür ancak filmdeki gibi karikatür bir olay örgüsü şeklinde değil…
Lucilla rolündeki Connie Nielsen oyuncu olarak görevini yaparken -yine bir senaryo arazı olarak saçma derecede bir çabuklukla oğlunu tanımasına verdiği tepkiler standart bir performansın altında kalmıyor- daha ziyade fiziksel formu ile dikkat çekiyor. Elli dokuz yaşındaki oyuncu muhtemelen film için önemli bir fiziksel hazırlık yapmış, Pedro Pascal’in aksine… Acacius’un duygusal derinliğini ve saygınlığını, insani duygular ve tepkilerle harman eden başarılı oyuncu fiziksel olarak daha fit olabilirmiş, hatta olmalıymış. Askerleri ile çatışmaya giren ve arenaya çıkan bir general için fazla doğal bir vücuda sahip Pedro Pascal.
Son olarak ikiz imparatorlara yani Geta ve Caracalla’ya değineceğiz. Diğer oyuncuların aksine, senaryonun daha fazla imkan verdiği bu sorunlu ve deli iki imparator, saçlarından makyajlarına, taşkınlıklarından korkularına oyuncular Joseph Quinn ve Fred Hechinger tarafından o kadar iyi canlandırılıyorlar ki, izleyici kendisini bu dengesiz, süslü ve kesinlikle zalim adamların karşısında bulsa nasıl davranacağını düşünüyor sık sık. Bununla birlikte kendi başlarına kaldıklarında yani zaaflarını sergilerken daha doğal olan Geta rolündeki Joseph Quinn’i bir adım öne koyuyoruz. Bu arada Joaquin Phoenix‘den sonra bu iki imparatoru da seçip tasarlayan Ridley Scott’u da bir kere daha kutlamak gerekli.
Filmi, bir not olarak zihnimize yazdığımız son sahnesi ile tanımlamayabiliriz aslında. Gece arenada, rüzgarı yüzümüzde, soğuk arena kumunu elimizde hissettiğimiz çok özel sekans ve ardından gelen “baba duy beni” repliğine eşlik eden hareketli bulutların klişeliğinin karışımı. İşte Gladyatör II tam anlamıyla böyle bir film.
Evet, bu kadar. Yapım ile ilgili söylemek istediklerimizi söyledik. Gladyatör II, ilki gibi bir klasik değil ancak nostaljik bazı duyguları da uyandırıyor. İzlenmemesi kayıp değil, izlenecekse özellikle birkaç sahnesi için sinemada izlenmesi daha keyifli olabilecek bir film. Farklı yapımlarda tekrar görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Yeni Bir Başlangıç - Kingdom of the Planet of...
İkinci Bahar 1: Tenet - Christoper Nolan'dan ...
Fantastik Dünyaların Son Ölümsüzü; İskoçyalı....
Japon Bilinçaltından Gelen Modern Bir Destan:...
Çok Az Salondan Geçen Çok İyi Bir Film - Jojo...
Bir Film, Bir Olay, Bir Tarih; İmparator
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…