Batı Felsefesinin Siyasi Laboratuvarı: Almanya

Bunu Paylaşın

Bugün kısaca, retrospektif kategorimizde Avrupa’nın ortasında olmakla kalmayan, belki de Avrupa’nın ta kendisi olan Almanya’nın, devasa felsefe sözlüğü içindeki yerini ve daha karmaşık olarak batı felsefesinin hem kaynağı hem sonucu olan macerasına değineceğiz.

Batı Avrupa tarihi, temelde Roma ve halefi kilise ile kuzey ve orta Avrupa’nın yerel halkları arasındaki ilişkinin tarihidir denilebilir. Roma İmparatorluğu’nun resmi olarak MS 476’da çözülmesinden sonra, kıta, ağır ve oldukça uzun bir kriz dönemi yaşamış, üstüne üstlük Avrasya’dan gelen göçebe boyların istilasına uğramıştır.

Kıtada Roma İmparatorluğu’nun varisi olabilecek güç için sekizinci yüzyıla kadar beklenilmesi gerekmiş ve boşluk, Karolenj İmparatorluğu‘nun doğuşu ile önemli ölçüde aşılmıştır. Bununla birlikte İmparator Şarlman’ın ölümünden kısa süre sonra İmparatorluk Fransa, Orta Avrupa ile İtalya ve Doğu (Alman) toprakları olarak üçe bölünmüştür.

Bir Frank devleti olan Karolenjlerin başkenti bugünkü Alman şehri Aachen’dadır ve önemli kentlerin biri de Frankfurt Am Main‘dır. İsim, Main nehrindeki Frank şehri anlamına gelir. İmparator Şarlman’ın da dili Almanca’dır. Bir başka deyişle Fransızların atası olarak bilinen Frank devleti aynı ölçüde bir Alman devletidir. Zaman içinde Viking istilaları gerçekleşecek, Normanlar İtalya’yı fethedecek, ve İmparatorluğun Fransız toprakları Capet hanedanı yönetiminde, bugünkü Fransız kültürünün ve tarihinin tohumlarını atacaktır ama Roma’dan sonra kıtayı ilk kez birleştiren devletin hangisi olduğu ve mahiyeti su götürmez.

Karolenj İmparatoru Charlemagne

Orta Avrupa, halkı Alman olan Ludwig’in torunlarınca yönetilecek ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu da böylece kurulacaktır. Zamanında Roma ile birlikte Avrasya’dan gelen istilacılara karşı savaşan, Karolenj İmparatorluğu döneminde Avrupa’yı birleştiren bu halk, kendisini Avrupa’nın sahibi gören bir İmparatorluk zihnini daha o zamandan taşımaktadır. Bununla birlikte bir özelliği daha vardır: İmparatorluk aslında biraz da zoraki bir federasyondur. Bunun sebebi, özellikle dini atamalar konusunda Kilise ile aralarında sürekli olan çatışmadır. Bu çatışma feodal derebeylerine geniş bir hareket alanı tanır ve tüm Avrupa’ya yayılmış bu İmparatorluğun farklı noktalarında farklı karakterler ve güç odakları gelişmesine sebep olur.

Yine de İmparatorluk mağrurdur. Ta ki 1618-1648 arasında gerçekleşen 30 yıl savaşlarına kadar… Luther‘in reformundan sonra güç dengesine yeni giren Protestanlık mezhebi, Avrupa’yı ve özellikle Almanya’yı neredeyse ikiye bölmüş ve uzun süreli devasa bir savaş bütün Almanya’yı mahvetmiştir. Alman nüfusunun yarı yarıya azaldığı ve bazı kolonilerde de -özellikle İspanya Habsburgları ile Hollanda arasındaki sahnede- geçen bu belki de ilk Dünya Savaşı sonunda Katolik Fransa’nın da desteğiyle Protestanlar galip gelmiştir. Yeni mezhep kendini kabul ettirmekle kalmamış, Avrupa’daki başat inanç grubu haline gelmiştir. Ancak siyasi anlamda da büyük bir sonucu vardır savaşın; 1648’de resmen değilse de fiilen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu yıkılmıştır.

Fransa’nın, etkili devlet adamı Kardinal Richelieu’nun dümeninde olduğu politikanın, kardinalin de, Fransa’nın da Katolik olmasına rağmen Protestanları desteklemek yönünde olduğunu belirtmiştik. Fransa’nın Almanya ile ilk büyük kapışmasını da temsil eden ve Fransa’nın zaferi ile biten bu çatışma, Fransa’nın o günden beri değişmeyen politikasını ortaya koyar; Almanya’yı dağınık tutmak. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Almanlar da o günden beri dönem dönem kuvvetlenen bir eğilim ve amaç edinirler. Almanya’yı tekrar birleştirmek… Üçüncü Napolyon, 230 sene sonra Kardinalin politikasını tekrar uygulamaya kalktığında karşısında başka bir Almanya bulacaktır.

Otuz Yıl Savaşları ile dağılan ve coğrafi yapısı sebebiyle kolonizasyon furyasından uzak kalan Almanya, kıta içindeki ticarete ve doğu ile ilişkilerine öncelik verse de, ana rakipleri İngiltere ve Fransa’nın gerisinde kalacaktır. Fakat her durumun kendisinin getirdiği avantajlar ve dezavantajlar sebebiyle, tarihin yönü Almanya’yı da güldürecek bir şekilde döner.

İşin felsefik boyutundan da bu noktada bahsetmeye başlayacağız. Almanya, felsefe tarihinde en etkili isimlere sahip olma konusunda belki sadece Yunan rakiplerinden geri kalmaktadır. Siyasi rakipleri Fransa’nın da büyük bir felsefe geleneği olduğu doğrudur ancak tüm bir halkı etkilemesi açısından Almanya’ya göre bir eksikleri vardır ve yazımızın asıl konusu da olan bu eksiklik kısaca bir ülkü eksikliğidir. Felsefede ülkünün başladığı yerde felsefenin kendisinin sadece bir ülküye dönme ihtimali de yüksektir ve aslında olmuş olan da budur.

Kant ile başlatacağımız büyük Alman filozoflarının konumuz olan ilk büyük filozofu ise Hegel’dir. Hegel, diyalektik adlı bir tür felsefik doğrulama yöntemini ortaya atarken esasen önemli bir metot ortaya koymuştur evet, ancak filozofun metodu yine esasen skolastiktir. Düşüncesi diyalektikten gelmemekte, metodu düşüncesini şematize etmektedir. Bu düşünce de basitçe Dünya Tarihi’nin bir yönü ve kuralları olduğu ve bu tarihin uluslar vasıtasıyla yürütülüyor olmasıdır. Devlet ve ulusun kaderi neredeyse kutsaldır ve bir dava olarak insanları da yücelten yegane faktör de yine bunlardır.

Diyalektiğin Mucidi; Hegel

Hegel, Fransız İhtilali ile heyecanlanmış, artık farklı bir dünyanın mümkün olduğuna inanmış durumdadır. Bir farkla ki, bireysellik ve doğal eşitlik gibi düşüncelere tamamen yabancıdır. Aslında bir deha olan Hegel, eleştirdiği her şeyde son derece isabetlidir ancak felsefik örtüsünün altında tek özlemi Almanya’nın birleşmesidir. Ve “ödev” kavramını ortaya atarak bu yolda, amacın aracı meşru kılacağını açıkça ifade eder. Bununla birlikte, insanlardan değil ama ulusun macerasından kaynağını alan düşüncesinde hukuk üstündür ve basit bir faşizmi de kastetmemektedir. Ancak yüzyıllar sonra olacak bazı felaketlerde kendisinden ilham alınmasını doğal olarak önleyememiştir.

Hegel’in yukarıda değinilen felsefesinin açıkça işaret ettiği olay Nasyonal Sosyalizm’in, Birinci Dünya Savaşı‘nın intikamını almak için giriştiği savaş olsa da realitede durum biraz farklıdır. Şaşırtıcı olarak Hegel’in diyalektiği bir başka filozofun enternasyonalist hareketine ilham ve dahası metot olmasıdır; Marx‘ın diyalektik materyalizmine yani… Proleterya dikatatörlüğü, sosyalizm ve komünizm aşamalarını, iktisadi gerekircilik uyarınca diyalektiğe döken Marx, herşeyin sonunda uluslararası çatışmanın karşısına sınıf çatışmasını koysa da aslında Hegel’e bilimsel olarak Nasyonel Sosyalizm’den daha yakın kalır.

Hegel’in, tarihin geldiği son ve en üst nokta olarak ilan ettiği, yüksek derecede organize ve bürokratik hiyerarşi toplumu Prusya Devleti, 1806’da Napolyon tarafından Jena’da ağır bir yenilgiye uğratılsa ve Roma Germen İmparatorluğu resmen sona erse de olan şey, temelde ve sadece Prusya bazında bir felaket olarak kalır. Zira Almanya o dönemde prensliklere bölünmüş ve Napolyon Savaşları’nın her koalisyonunda da karşı saflarda yer alan öğelere sahip dağınık bir siyasi karakterdedir. Yine de Napolyon’un mağlup edilmesinden sonra Prusya, gücünü daha önce bahsi geçen özellikleri ve müthiş bir kurmay sınıfı ile büyük ölçüde arttıracak ve yer yer romantik heyecanlar, yer yer de güç tehditleri ile Alman Prenslikleri üzerinde güç kazanarak başat bir konuma yükselecektir. Bu noktada Hegel’in, tarihin son noktası olmasa da Alman Birliği konusundaki başat güç olarak Prusya Devleti’ni göstermiş olması takdire şayandır.

Gerçekten de yaklaşık iki kuşak gibi kısa bir sürede Prusya ve genelde Alman prenslikleri büyük bir sanayi atılımı yapmayı başarır ve artık taşan gücünü efsane Şansölye Bismarck önderliğinde kullanır. 1864’de Danimarka’yı, 1866’da Avusturya’yı ve 1870-1871’de Fransa’yı son derece ağır yenilgilere uğratan Bismarck, aynı yıl Versailles’de birleşik Almanya’yı kurar. Almanya’nın 230 yıllık rüyası gerçek olmuştur. Ancak bu sefer de kinlenen Fransızlar olur. Sanayi bölgesi Alsace-Lorraine‘i kaybeden Fransızlar bir parola edinirler; “Asla konuşma, asla unutma…” Tarihçilerin suçladığı 3.Napolyon’un ülkesinin geleneksel politikasını uygulamış olduğu çoğu zaman unutulur. Daha önce bahsettiğimiz gibi, politika Fransa’ya uymaktadır ancak rakipleri bu sefer çok güçlüdür.

Şansöyle; Otto Von Bismarck

Bismarck, Alman gücünün taşmasından korkarak -ve bunun karşılarında büyük bir koalisyon oluşturmasından da çekinerek- Üç İmparatorlar Ligi’ni kurar. İngiltere’nin nötr bırakıldığı, Avusturya’nın himaye edildiği ve Rusya’nın taltif edildiği bu yapı bir kaç kere denense de ayakta kalır ve ancak Afrika’nın sömürgeleştirilmesinin son dönemlerinde Almanya’nın önünün kesilmesi sebebiyle geri dönülemez şekilde bozulur. Almanlar artık Schlieffen Planı‘nı yapacak kadar kararlı ve gergin, rakipleri Fransa ve İngiltere ise başlarına gelebilecek felakete karşı aynı ölçüde hazırlardır.

Birinci Dünya Savaşı aslında bir tür kaçınılmaz olay olarak tanımlanabilir. Temelde Almanya’nın, İngiltere ve Fransa’dan daha kötü olmadığı ama kesinlikle başlattığı bir mücadeledir. Bununla birlikte tekrar etmek gerekirse kaçınılmazdır da. 1914 Avrupa’sı birbirine domino taşı gibi bağlı bir ittifaklar düzenidir ve kurmay planları da ciddiyetle hazırlandığı kadar büyük bir inisiyatife sahiptir. Açmak gerekirse; savaşa avantajlı başlamanın kritik önemde olduğunu düşünen taraflar, diplomasiyi bir oyalama olarak görme eğilimindedir. Schlieffen Planı zaten tamamen hıza dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın bir domino etkisiyle başlamasına karşın, İkinci Dünya Savaşı‘nın peyderpey ve bir yıllık aralıklarla cephe açması arasında görülen fark tam olarak, kurmay inisiyatifinin taraflarca ilk savaşın deneyimi ile yok edilmesidir.

Savaşı kaybeden Alman İmparatorluğu -İkinci İmparatorluk- yıkılır ve Weimar Almanya’sı bir cumhuriyet olarak kurulur. Bu noktaya kadar olan biten şeyler, tarihin büyük resminden bakıldığında normal görülebilir. Kıta Avrupası’nın iki başat gücünün geleneksel politikaları, özlemleri ve tarihçeleri dönem dönem üstün gelen taraflar lehinde gelişmelere sebep olurlar. 1871’de Almanya birliğini kurmuştur. Büyük devlet adamı Bismarck bu olağanüstü gücün taşmasını engellemiş ancak kendisinden sonra taşan bu güç Almanya’nın kolonizasyon yarışı ve Avrupa’nın tek hakimi olması için mücadeleye girmesine sebep olmuştur. Almanya yenilmiş ve aristokratik yapısı bozulmuştur. Bundan sonra Almanya’yı yeni bir gelecek beklemektedir ve bu gelecek güçlü ama barışçı bir Almanya’ya yol açabilecektir. Ancak…

Ancak; Almanya son derece ağır bir ekonomik tazminat altına sokulmasa… Alman ekonomisi savaş sonrası Versailles Anlaşması ile adeta tarumar edilir ve ana sanayi bölgesi Ruhr da elinden alınır. Hiper enflasyon, Almanya’nın savaştan çekilmesinde büyük payı olan Sosyal Demokratlar, bir bahane olan Yahudi kumpası ve karşısında yükselen milliyetçilik de siyasal olarak Almanya’yı yere yeksan eder. O kadar ki savaş sonrası resmen asker olmayan 3 milyon kadar “Freikorps” paralı askeri Almanya’da faaliyet göstermekte, üst üste birçok darbe girişimi olmaktadır. Bunlardan biri de 1923’deki ve başarısızlıkla sonuçlanan Hitler’in Bavyera’daki Birahane Darbesi’dir.

Felsefe bir kez daha Almanya’ya bu şekilde uğrar. Ancak bu seferki uğrayışı biraz yapaydır… Zira skolastisizm Almanya’nın temel felsefesi olarak göze çarpmaktadır. Nasyonal Sosyalistlerin zaferi ile biten bütün bu süreç aslında güce dayalı bir zorbalık olduğu kadar Alman bilinçaltındaki Avrupa’nın sahibi egoya seslenen bir savaş çağrısıdır. 1929 bunalımı Almanya’yı bir kez daha ekonomik olarak yere yıkmasa büyük ihtimalle başarılı olmayacak olsa da, Hitler ve partisi, Hegel’in ödev duygusunu -ki Hitler Weimar Almanyasını yıkmaya çalışırken, kurumları teorisinin merkezine koyan devletçi Hegel’e düşmandı- Nietsche’nin ve Schopenhauer’in üstün insan, kahramanlık ve kendini feda temalarıyla birleştirmekten geri durmadı. Oysa özellikle Nietsche enternasyonel veya egzantrik ama kesinlikle Alman düşmanı bir Alman felesefe adamıydı.

Bu, Birinci Dünya Savaşı’nın ağır ekonomik koşulları ve utancını ortadan kaldırmak için yapılmış ancak tamamen yersiz bir duygusal çağrıydı. Panik ve terör ortamında güç mücadelesinden galip çıkan rejim, aslında konu olmayan bir ülküyle, sebepsiz bir savaş başlattı ve ağır bir yenilgiye uğradı. 1939’da Almanya’nın bir savaşa ihtiyacı yoktu. Çekoslovakya’dan Sudetleri, Litvanya’dan Memel’i topraklarına katmış, Ruhr’a girmiş, Versailles’i yırtmış, 1936’da Olimpiyatları düzenleyecek kadar kabul edilmiş ve güçlü bir ülkeydi Almanya.

Almanya, her ne kadar siyasal olarak tüm Avrupa’ya veya Dünya’ya hakim olamadıysa ve olamayacakdıysa da, kendi davasını bir düşünce ürünü olarak evrenselleştirme konusunda tartışılmaz bir üstünlük göstermiş oldu. Elbette, felsefik tüm analiz ve fikirler kaynağını hayattan alırlar ancak burada kasıt, Almanya’nın direkt siyasal hedef ve özlemlerini bir hile olarak değil bir doğal hak olarak felsefeye skolastik şekilde yansıtmasıydı.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir