Dokuzuncu Bölüm- Atlantropa Cumhuriyeti’nin Kuruluşu
İsyandan sadece birkaç saat sonra, Pala Gabriel’in kendini öldürmüş olduğuna dair haberler bütün Atlantropa’ya yayılmıştı. Bırakın isyancıları, Pala Gabriel’e güvenenler bile onun kendilerine bu şekilde ihanet etmiş olmasına fazlasıyla üzülmüşlerdi. Şimdi ne olacağı, nasıl bir yönetimin geleceği tamamen belirsizdi. Bu konuda herkesin gözünün içine baktığı yegane kişi, isyanın en önünde olan ve saraya girip Pala Gabriel ile savaşan Mustafa Akkoyunlu’ydu. Herkes onun ne yapacağını meraklı ve gergin bir şekilde bekliyordu.
Mustafa ise, bütün bu hengamede sadece oturduğu yerde duruyordu. Yaşananlar ona fazlasıyla ağır gelmişti çünkü. Yıllardır aradığı ağabeyinin aslında Pala Gabriel’in ta kendisi olması, en sonunda kendini onun önünde öldürmüş olması bütün zihnini alt üst etmişti. Onun yanına gelen isyancılar, onun bu halini gördüklerinde ne olduğunu sordular. Ağabeyinin planını devam ettirme kararı almıştı bile, bu yüzden Gabriel’in ağabeyi olduğunu bilmelerine izin veremezdi. Onun yerine, telsizde dediğine uygun bir şekilde, geldiğinde çoktan kendini öldürmüş olduğuna dair bir yalan uydurdu ve onlarla beraber oturduğu yerden kalkıp saraydan ayrıldı.
Saraydan ayrılmadan önce, diğer isyancılardan ayrıldı ve Ankara’daki evine geri dönüp orada ağabeyine düzgün bir anıt mezar yapacağını söyledi. İsyancılardan ayrılırken, ağabeyinin cesedini gizlice de olsa aldı ve onunla birlikte Ankara’ya gitti. Oradaki eski evlerinin yerinde olan harabeye gitti ve kimsenin onu göremeyeceğine emin olduğu bir gece ağabeyinin cesedini evin altına gömdü. “Belki senin için gerçek bir mezar yaptıramadım ağabey, ancak en azından evinde olduğundan eminim artık.” Mustafa, elleri çamurlu bir şekilde, az önce gömdüğü ağabeyine bakıyordu, gözlerindeki yaşlar hiçbir şeye aldırış etmeden akıyordu sadece “Merak etme ağabey, planın devam edecek. Burayı kurtaracağım.”
Bir hafta sonra Ankara’dan Venedik’e geri döndüğünde, onu on binlerce kişilik bir kalabalık, törenlerle ve ziyafetlerle karşıladı. Onları karşılayanların içerisinde Venedik’te yaşayan ve her sınıftan olan insanların yanında, Atlantropa’nın diğer büyük şehirlerinden ve onlara yakın köylerden gelen insanlar da bulunuyordu. Bazıları, etrafta neler yazdığını dahi bilmiyor, bazıları orada konuşulan genel dil olan Venedik İngilizcesinden bihaber oldukları için, sadece Mustafa’ya bakıp el sallıyor ve onu kendi yerel dilleriyle övüp kutluyorlardı. Mustafa’nın arabası, bir konvoy eşliğinde, yavaş yavaş olsa da saraya doğru yol aldı.
Saraya girdiğinde, onu isyancıların diğer liderleri olan Samuel Melville ve Angelica Willowson karşıladı. “Sizi bekliyorduk, majesteleri.” diyip önünde diz çöktüler. Mustafa bu diz çökme karşısında şaşırmıştı, zira bu iki kişinin sadece bir hafta öncesinde bir önceki kralı devirmek için bu şehre giden konvoyda onun arkasında olduklarını hatırlıyordu. Şimdi ise, sanki o konvoyda değillermiş gibi, sanki o kral kendisiymiş gibi onun karşısında diz çöküyordu. Ağabeyinin yerini almış olduğunu biliyordu, ancak olmasını istediği şey kesinlikle bu değildi.
“Sam, Angie, lütfen ayağa kalkın.” dedi Mustafa, “Biz buraya bu krallığı yıkmaya geldik, onu devralmaya değil!” Samuel Melville ve Angelica Willowson Mustafa’dan duyduklarına inanamıyordu. Onun muhtemelen kendileri ile bu krallığı devralacağını ve bu sayede birlikte bu ülkeye hükmedeceklerine inanıyorlardı, ancak şu anda dediği şey bunun tam tersi bir yönde gideceklerine işaretti. Samuel “Mustafa, şu ana dek gayet güzel bir biçimde yol aldık, ancak şimdi her şeyden elini eteğini çekmek mi istiyorsun?” dedi sinirli bir biçimde “Biz buraya Atlantropa’nın başına geçmeye geldik, farkındasın değil mi?” Angelica o anın sıcaklığıyla konuşmamayı tercih ediyordu, ancak bir şeyler söylese Samuel ile aynı şeyleri söyleyeceğinin farkındaydı.
Mustafa düşündü, sözlerini seçerek “Bakın.” diye konuşmaya başladı:
“Diyelim ki biz krallığı elimize aldık ve yönetmeye başladık, şu anda eski krallarını devirmiş bir halkın başına kral olarak geçtik yani, peki sonra ne olacak? Bir önceki kralın orduları vardı, korumaları vardı, onların hepsini aşıp onu yakalamayı başardık, sizce bu tekrarlanmaz mı? Sizce bu halk, böyle bir şey yaptığımızda aynı şekilde isyan edip üçümüzün de başını ertesi gün kazıklara geçirerek Venedik sokaklarında dolaştırmaz mı? İnanın bana, Gabriel gibi kendi kafamıza sıkacak vakti bulamayız! O yüzden yapmamız gereken çok daha önemli ve yapısal bir adım var: Atlantropa Cumhuriyeti’nin ilanı.”
Angelica “Nasıl yani, ne demek istiyorsun?” diye sorunca Mustafa “Basit. Doğru düzgün bir anayasa hazırlayacağız, bir Halk Meclisi kuracağız ve Atlantropa Cumhuriyeti’ni resmen ilan edeceğiz.” dedi, planını anlatırken sesi coşkuluydu “O süreci rahatça götürebilmek için geçici olarak cumhurbaşkanlığı yapacağım, o sırada da kendi partimizi kurup daha sağlam bir kitleyle birlikte hakkımızla devletin başına geçeceğiz. Anayasa için Avrupa Birliği öncesi ve Avrupa Birliği ülke anayasalarından örnekler alabiliriz.” Angelica’ya döndü ve “Angie, senin çocuklardan birkaçı Venedik Üniversitesi’nde anayasa doçentleriydi değil mi? Onların yardımına ihtiyacımız olacak.” dedi. Daha sonrasında bu ikisine dönüp “Eğer bu işi düzgün bir biçimde halledebilirsek, inanın bana bir daha asla böyle bir isyana gerek olmayacak!” dedi coşkulu bir şekilde.
Böylece, Mustafa’nın planına uygun bir şekilde, isyandan sadece bir ay sonra, 3 Şubat 2313 tarihinde Atlantropa Cumhuriyeti resmi olarak kurulmuştu. Geçici olarak Mustafa başa geçmiş olsa da, bu süreç Mustafa’nın tahmininden daha kısa olacak şekilde, sadece bir ay sürdü. 4 Mart 2313 tarihinde yapılan genel seçimlerde, Mustafa, Samuel ve Angelica üçlüsünün kurduğu Atlantropa Cumhuriyet Partisi lider çıktı ve bu şekilde Mustafa Akkoyunlu, ilk Atlantropa Cumhurbaşkanı oldu. İlk konuşmasında dedikleri, kayıtlara göre şu şekildeydi:
“Atlantropa Cumhuriyeti’nin özgür insanları! Mücadelemizin ilk safhası, hepimizin çabalarıyla kazanıldı! Sırada, elimizdeki bu cumhuriyeti, hepimizin rahatça yaşayabileceği bir diyara döndürmek var. Bu konuda her birinizin beni desteklediğine dair inancım tamdır. Farklı fikirlerimiz, bir çıkar yol bulup, bu cumhuriyeti hak ettiği seviyeye taşımamıza engel değildir ve asla da olmayacaktır! Sizden isteğimi artık biliyorsunuz, şimdi ben de sizin isteklerinizi dinlemeye ve kuvvetim yettiğince gerçekleştirmeye hazırım. Burada sizden üstün değilim ve asla olmayacağım! Siz de benden veya yerime geçebilecek başka birinden aşağıda olduğunuzu asla düşünmeyin!”
Bunları söyledikten sonra yavaşça kürsüden indi. Kendisiyle birlikte gelen korumaları eliyle durdurdu ve aynı yavaş, gururlu adımlarla kalabalığın içine girdi. Kalabalıktakiler, onun için ufak bir alan açacak kadar geriye çekildiler. Mustafa, kendisine bakan şaşkın bakışların altında, halkın karşısında diz çöktü ve onları, tıpkı bir kralı selamlıyormuş gibi saygı ile selamladı. Ayağa kalktığında, herkes onun bu yaptığı karşısında donakalmıştı bir süre, sonra herkes yavaşça ona yaklaşıp teker teker sarıldı yeni başkanlarına. Halk, Mustafa’yı fazlasıyla kabul etmiş ve bağrına basmıştı.
Elbette cumhuriyetin sağlamlığı için bir adım daha gerekiyordu, Atlantropa Barajı’nı ve etrafındaki toprakları kontrol altına almak. Bunun için de, oraya gitmiş olan Mira ve Amelia ile iletişime geçmesi lazımdı, fakat onlara nasıl ulaşacağına dair bir fikri yoktu. Onları bulmak için bir grup dedektifi görevlendirmeyi planlıyordu ki, 10 Aralık 2313 günü, Theodore James Mosley isminde bir iş insanı, kendisiyle özel bir konuşma talebinde bulundu ve aradığı kişileri bulabileceğini vaat etti.
Mustafa bu kişinin ismini duymuştu. Ülkenin pek çok yerinde farklı iş kollarında çalışan Moslee Holding’in sahibiydi bu kişi. Bu kişinin erişiminin yüksek olması, belki de Mira ve Amelia’yı bulabilmesine yardımcı olabilirdi. Teklifi kabul eden Mustafa, kendisiyle iki gün sonra, eski kış sarayının avlusunda buluştu.
“Merhaba bay Akkoyunlu.” dedi Mosley güven dolu bir ses ve yaklaşım ile “Sanırım bayan Earheart’ı ve sevgilisini arıyorsunuz.” Mustafa, kendisine gelen bu tuhaf adama baktı. Daha önce fotoğraflarda gördüğü kişiyle alakası yoktu, bu kişi genç biriydi. Mor saçlı, beyaz tenli ve yılana benzer bir yüze sahipti. Güvenilir bir insan olduğu söyleyemezdi, ancak şu anda Mustafa’ya yardım edebilecek biri varsa, o da bu kişiydi.
“Pekala bay Mosley, nerede olduklarını biliyor musunuz?” dedi Mustafa, bu tarz bir insana pabuç bırakamazdı sonuçta. Ağabeyi, tam da bu tarz insanları yapabildiği kadar yönlendirmiş, sonra da kendileri sayesinde onlardan kurtulmayı becermişti. Ancak bu Mosley denen adam, her nasılsa kurtulmuştu. Acaba o-
Son anda kim olduğunu hatırladı bu adamın. Venedik’ten kovulduğu yıllarda, İsveç’e geçebilmesi için ona sahte bir kimlik ve pasaport yapmıştı bu Mosley, ya da kendisine pasaport veren kişi, şu anda karşısında olan kişinin babası olmalıydı. Kuvvetle muhtemel yüzünün ona bu kadar tanıdık gelmesinin sebebi de buydu, zira onun gördüğü Mosley ile şu anda karşısında duran Mosley bir değildi. Yine de, bu Mosley’in düşündüğünden daha tanıdık olduğuna dair bir şüphe vardı içerisinde. Mustafa bu şüpheyi şimdilik bir kenara bırakmaya karar verdi.
“Evet, ancak buna karşılık sizden de ricalarımız var.” dedi Mosley. Mustafa elini “dinliyorum” manasında hafifçe salladı, Mosley de sözlerine devam etti:
“Bugüne dek bilmiyor olabilirsiniz, ancak Büyük Tuz Çölü’nün kuzeyinde, çölün altına kurulu bir şehirde yaşıyoruz. Bu şehirde, geçen sene yaptığımız nüfus sayımına göre yirmi altı milyon insan yaşıyor. Sular yükseldikçe, bizim yaşamlarımız tehlike altına girecek. Bize kurulacak yeni şehirlerde yer ve iş sağlayabilir misiniz? Sizi temin ederim ki, şehirdeki insanlarımın bu yeni cumhuriyete çok yararı olacak.”
Mustafa, Mosley’in daha zorlayıcı şeyler isteyeceğini düşünmüştü, ancak bu genç adam, kendisi ve halkı için bir barınak rica ediyordu sadece. “Daha farklı bir şey isteyeceğinizi düşünmüştüm bay Mosley, merak etmeyin. Bu isteğinizi karşılamaktan mutluluk duyarım. Sizi ve halkınızı Atlantropa Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak görmekten mutluluk duyarım.” Mosley sevinmişti, Amelia’nın bu kadar muhteşem bir insanı bulabilmiş olmasından mutluluk duymuştu. “Sizi tanıyorum bu arada bay Mosley, elbette isim olarak. Sanırım babanızdan zamanında birkaç önemli doküman almıştım.” dedi Mustafa. “Ah, o zaman size yardım edebildiğime sevindim. İşimin bir ehemmiyetinin kalmamasını temenni ederim en kısa zamanda.” dedi Mosley, “Gerçi bayan Earheart ve sevgilisi her ne yaptıysa, sanırım uzun vadede buralar cennete dönüşecek.”
“Neden ki, ne yapmışlar?” diye sordu merakla Mustafa.
“Barajı açtılar ve suyun bu diyara dönmesini sağladılar.” dedi Mosley, bunu söylerken gözleri pırıl pırıldı. “Şimdi barajın etrafındaki ABD bölgesini, orada yaşayan sempatizanlarla birlikte tutuyorlar. Size gelmemin sebebi de onlar zaten. İki gün önce onlardan bir mesaj aldım, hatta size de getirdim.” Cebinden bir kayıt çıkarıp Mustafa’ya uzattı.
Mustafa kağıttaki notu okumaya başladı:
“Sevgili Mustafa,
Öncelikle daha önceden bunu sana söyleyemediğim için üzgünüm, ancak öğrenmen gerek:
Pala Gabriel, senin uzun süredir aradığın ağabeyin Cebrail Akkoyunlu’dur.
Bunu yolculuktan önce söylememiz gerekirdi aslında, ancak kısmet olmadı işte.
Neyse, en azından Atlantropa’nın güvenli ellerde olduğunu biliyoruz artık. Cumhuriyet, her birimize hayırlı ve uğurlu olsun! Bunun dışında, bay Mosley’e güvenebilirsin, kendisi benim yakınım ve uzun süreli bir arkadaşımdır. Size her türlü yardımı sağlayabilir.
Şimdi bu boş konuşma faslını geçtiğimize göre, asıl meseleye gelelim:
Ben ve Mira, Atlantropa Barajı’nı açtık, etraftaki kolonileri de oradaki isyancılar sayesinde kontrol altına aldık. Ancak maalesef bağlantımız fark edildi, yani resmi olarak Cumhuriyet’in askerleri sayılıyoruz onlara göre. Bu da bizi bir sonuca götürüyor.
Artık Atlantropa Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri ile savaş halindedir. Elbette bu senin bu durumu uluslararası olarak kabul etmen durumunda resmileşebilir.
Eğer bu konuda geri çekilirsen, suyu geri çekerler. Atlantropa’nın elindeki tek şans kaybolur. Ancak bunu yapmazsan, beraber son savaşımızı vermiş olacağız.
Cevabını bekliyoruz.
Amelia Earheart Jr.”
Mustafa düşündü. Bu konuda ani bir karar verilemezdi elbette, bu yüzden Mosley’e “Ne kadar dayanabilirler?” diye sordu. Mosley’in yüzü düştü, bir süre bir şey diyemedi. Ağzından hiçbir kelime çıkmıyordu. Sonra kendini toparladı ve “En fazla beş hafta kadar dayanabilirler.” dedi.
“Pekala, o zaman hızlı olmamız gerekir.” dedi Mustafa, “İki gün sonra, Atlantropa Cumhuriyet Meclisi’nin ilk olağan toplantısı gerçekleşecek. Oraya siz de davetlisiniz.” Mosley yüzünde bir gülümseme ile “Pekala, size o zamana dek, yakında gerçekleşebilecek savaşımız için gereken askerleri ve silahları sağlayabilirim. Bundan sonra birbirimizle daha yakın çalışacağımıza eminim.” dedi ve birbirleriyle vedalaştılar.
Moslee, yeraltı şehrine doğru yol alırken telefonunu çıkardı ve apartmanındaki robotları en alt kattaki ekipmanları gelecek selden korumaları için asansörün geçtiği bütün yolu kapatmalarına ve laboratuvarın havalandırma da dahil dışarıya bağlı bütün sistemlerini mühürlemelerine dair talimat verdi. Yakında gelecek olan suyun şehri tamamen boğacağını biliyordu, bu yüzden kendi laboratuvarını buna dayanabilecek şekilde yapmıştı. Eğer tahminleri doğru çıkarsa, laboratuvarı yüzlerce sene dayanabilecek ve o daha sonra, müsait olduğu herhangi bir zaman diliminde oraya doğru bir tünel kazarak laboratuvarına tekrardan ulaşabilecekti.
Laboratuvarının güvenliğinden emin olduktan sonra, şehrindeki bütün mahallelerin liderlerini aradı ve yaklaşık üç hafta içerisinde, söyleyeceği yerlere mahallelerini taşımaya hazır hale gelmelerini söyledi. “Yer üstünde kurulan yeni bir devlet var, bu devletin başındaki kişiyle anlaşmayı başardım. Beraber belirlediğimiz yerlere girdiğinizde, yer üstünden kontrolümüz daha kolay olacak.” dedi Mosley, “Ancak bunu gerçekleştirebilmemiz için onların savaşına destek vermemiz gerekiyor. Amerikalılarla dövüşmeye hazır olmalıyız. Beraber bundan kurtulup onları kontrol edeceğiz.”
Mosley telefonu kapatır kapatmaz düşüncelere daldı. Planı şu ana dek gayet iyi gidiyordu. Elbette şehri tamamen kurtaramayacağının farkındaydı. Mustafa istediği kadar söz versin, gelecek olan devasa denizi engellemesi imkansızdı. Liderlerin yaşlıları oradan kovamayacağını da çok iyi biliyordu. Onun yeraltı şehrinden kalanlar, Mustafa’dan, Mira’dan ve Amelia’dan haklı bir biçimde nefret edeceklerdi. Mosley ise, bu süreçte onların sadakatini kazanacak ve içlerindeki nefreti ve intikam isteğini kullanarak Atlantropa Cumhuriyeti’nin başına geçecekti. Artık onun daimi koruması olmuş ve bundan dolayı Moslee’nin ona özel olarak geliştirdiği nano robotlarla birlikte yaşını dondurduğu Ted, onun düşünceli haline bakarak “Bay Mosley, ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Mosley ona baktı, gülümsedi ve “Şu ana dek gittiğimiz her yerde, benim yaşlı halimin öldüğünü ve onun yerine geçtiğimi söyledik, bunu cidden sorgulamaya en yakın kişi Mustafa Akkoyunlu’ydu.” Ted onun ne demek istediğini anlamamıştı, “Bunu nereden anladınız bay Mosley?” Yüzündeki ifade şaşkınlığının boyutunu anlatmaya yetiyordu, “Bence oradaki konuşmanızda hiçbir açık vermediniz.” Moslee hafif bir sesle güldü ve “Doğru yakaladın Teddy, benim ağzımdan hiçbir şekilde açık verebilecek bir söz çıkmadı. Onun bunu anlamasını sağlayabilecek tek şey, yüzümdü.” Ted’in anlamamasına aldırmadan devam etti, “O, şu ana dek görüştüğümüz herkesin içerisinde gerçekten yüzümü gören tek kişiydi. Bu yüzden beni tanımaya en yakın kişi de oydu. Bunu şimdilik atlattık ama bu Mustafa denen herif, gelecekte bize büyük dert olacak.”
“Emin misiniz bay Mosley? Sizce bu kişiyi bu kadar önemsememiz gerekir mi?” Ted, Mosley’in neden bu kadar bu meseleyi önemsediğini anlayamıyordu. Mosley derin bir nefes alıp verdi ve “Bak, bahsettiğimiz kişi, benim ağabeyine verdiğim dosyalar sayesinde bütün planımızı başlamadan bitirmeye yaklaşan tek kişi. Medici Sızıntısı’nı başlatan kişiden bahsediyoruz Ted, bu herif bunu basit bir polisken yapmıştı.” dedi, “Şimdi bütün bir devlet ve halk elinin altındayken bu herifin bizim planımızı öğrendiğini düşünsene! Hiçbirimiz bu olaydan sağ çıkamayız! Bu yüzden şimdilik onun dikkatinin bizim üzerimizde olmadığından emin olmalı ve alttan alta yürümeliyiz.”
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
Bir Yuva Hikayesi: Orta Yaşlı Beyaz Yakalı Bo...
Valkyrie Evreni Hikayeleri-4: Kabul Edilemez ...
Bilim Kurgu Dizi Öykü: Sarius Nava'nın Soğuk ...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Berdan Sarıgöl’den Saga’nın İkinci Kitabı – U...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.