Zaman Ejderhalar zamanıydı. Ulu kanatları, dev gövdeleri ve keskin zekâları vardı. Açtılar. Daima açtılar. Asil duruşlarının altında sinsi, kibirli ve vahşiydiler. Gökyüzünde kanat açtıkları zaman yeryüzüne vuran gölgeleri ölümün karanlığını taşırdı.
Öldürülmesi zor yaratıklardı. Zekâları ve kuvvetleri onları kurbanları, insanlar, karşısında üstün kılıyordu. Her ölen ejderhanın ölüsüne yirmi cesur adamın ruhu eşlik ederdi. Alevleri yakar, kuyrukları yıkar, pençeleri parçalar, dişleri en kalın zırhı delip kemikleri ezerdi.
Her biri kendi efendisiydi. Birbirleriyle kavga etmekten çekinmezlerdi. Gökyüzünde yaptıkları ölüm dansını yeryüzünden insanlar aynı anda mutluluk ve endişeyle izlerdi. Endişeliydiler çünkü her kavganın sonu kana susamış aç bir ejderha demekti.
Dev kanatlar birbirlerine kenetlenir. Sivri dişler kalın derilerde ölümcül yaralar açardı. Kanatlar yere metreler kala açılır ve ölümcül dans, bulutların üzerinde tekrar başlardı.. Korkusuzdular. Doğa kadar acımasızdılar. Ama doğada da istisnalar vardır. Ejderhalar içinde bu farklı değildi. Kendi türünün bile çekindiği bir tane…
Kyal gözlerini araladı. Nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Damdan sızan yağmur suyu alnına damlıyordu. İşkence gibiydi… Kalkmaya çalıştı. Saman balyalarının üzerinde olduğunu fark etti. Akşam olanları hatırlamaya başlamıştı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Aynı anda arkasından bir kol beline sarılarak Kayl’ı geri çekti.
‘Günaydın yakışıklı.’
‘Gü… Günaydın.’
‘Akşam kaplan gibiydin. Bakalım sabahları da aynı derecede vahşi misin?’
Hancının karısı Elenor et kokan ellerini Kyal’ın saçlarına doladığı gibi dudaklarını dudaklarına yapıştırdı. Kadın neredeyse Kyal’ın iki katıydı ve bir öküz kadar güçlüydü.
Ne halt ettiğin zannediyorsun seni beyinsiz? Kafasından geçen ilk şey oldu.
Akşam olanlar bir anda beyninin içine dolmaya başlamıştı. İçki, dans ve kalabalık… Gürültü, kavga, bıçak atma yarışması. Kutlamalar…
Öldürülen ejderhanın ön pençelerinden birisinin hanın şöminesinin üzerine asılması ve sonrasında; yine içki, eğlence ve kavga… Hancı Tudor’un küfürleri ve ‘hepinizi dışarı atarım’ tehditleri. Ve hancının karısı Elenor…
Tüm gücüyle kendisini geri itti.
‘Elenor gitmem gerekiyor.’
‘Nereye gideceksin yakışıklı. Dışarısı donduracak kadar soğuk ve senin gidecek bir yerin yok.’
‘Ama kocan?’
‘Merak etme. O işe yaramaz kaba herif hala uyuyordur.’
Kyal’ın bir anlık paniği hancının karısının sözleriyle yatışmış, kafasında şeytanlar dans etmeye başlamıştı ki birden Tudor’un ayı inlemesini andıran sesi duyuldu.
‘Elenor. Seni işe yaramaz kadın. Neredeysen çabuk buraya gel. Müşteriler kahvaltı bekliyor.’
Bu Elenor’ un da telaşlanmasına neden olmuştu. Bir anda iri vücudundan beklenmeyecek bir çeviklikle doğrularak kıyafetlerini giymeye başladı. Kyal’da aynısını yapmaya başlamıştı ki ahırın kapısı aralandı.
‘Lanet olsun’ diyebildi sadece. Yakalanırsa sırf Tudor’un hışmından kurtulmak zorunda kalmayacaktı. Kasabadan da kovulacak ve planları yarım kalacaktı. Yeni bir kasaba da, ahalinin güvenini kazanması en az altı ay demekti.
‘Lanet ejderha dişi.‘
‘Elenor? Bırak şu ineklerle uğraşmayı, Lina sağar. Ekmek yapman gerekiyor. Seni tembel kadın.’
Elenor gerçekten tembeldi. Bunun için Tudor’a hak veriyordu. Elenor genelde kasabadan geçerken handa kalan erkeklerle dedikodusu yayılmayacak küçük kaçamaklar yapardı. En azından dedikodusunun yayılmadığını zannederdi; kasabanın tamamı olan biteni bilirdi. Bir süredir gözü Kyal’ın üzerindeydi ve defalarca Kyal’ı taciz etmişti. Dün geceye kadar genç maceraperest direnmişti.
Lanet ejderha kanı.
Ahırın kapısı yarıya kadar aralanmış, Tudor’un iri vücudunun gölgesi içeriye düşmüştü ki kasaba meydanındaki çan çalmaya başladı. Kyal’ın uzun süredir duyduğu en güzel sesti.
‘Bu da nesi?’ diye homurdanan Tudor’un gidişinin ardından Kyal tüm baş ağrısına rağmen koşarak aşağıya indi ve kendisini sokağa attı. Hayvan pisliğine basmaya bile razıydı; yeter ki Elenor kocasının bir süre daha gelmeyeceğini düşünerek saldırmadan bir an önce ahırdan çıksın.
Soğuk Trondaam sabahında bir taraftan kıyafetlerinin geriye kalanını giyerken bir yandan da hala ısrarla çalan çanın nedenini merak ediyordu. Kasaba meydanına vardığında neredeyse kasabanın tamamının toplandığını gördü. Çanın asılı olduğu platformda yara bere içinde iki adam vardı. Kasabanın onbaşısı çanı çalmayı bırakarak öne doğru yürüdü.
‘Gününüz aydın olsun dostlarım. Sizi daha iyi haberler için uyandırmak isterdim ama…’
‘Neler oluyor onbaşı?’
‘Bu Saadberg’li Markus değil mi?’
Herkes bir anda konuşmaya başlamıştı ki Kyal’ın tanımadığı yaralı iki adamdan birisi öne doğru yürüdü.
‘Dostlarım. Bu gün Saadberg için elem dolu bir gündür. Kasabamız yerle bir oldu. Kadın, çocuk ve erkekler öldü. Diri diri yandılar. Kimse kurtulamadı.’
‘Kim yaptı bunu? Silahlarımıza sarılalım, hesap soralım.’
Bağıran kasabanın en cesur adamlarından birisi olan Raimark’tı. İri adam yumruklarını havaya kaldırdı. Kyal, iri adamın söylediklerini gerçekten kastettiğini bilecek kadar tanıyordu.
‘Altın göz’ dedi Markus ve bir anda öfkeli kalabalığın üzerine ölüm sessizliği çöktü.
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Hanın içi hınca hınç doluydu ve bir süredir kalabalık sadece hancı Tudor’u mutlu ediyordu.
‘Çok oldu artık bu yaratık.’ Kasabanın yaşlılarından birisi bağırıyordu. Diğerleri onaylar ifadeler kullandılar. Başka bir masa da Stikkard isimli bir avcı dili döndüğünce kendi tecrübelerini anlatıyordu.
‘Yere indirdikten sonra geyik ya da ejderha fark etmez. Pençeleri toprağa bastığı sürece avlanır.’
‘Neden gidip avlamıyorsun o zaman?’ dedi kalabalıktan birisi. Herkes gülmeye başladı. Stikkard elini sallayarak maşrapasını kafasına dikti ve biraz daha sarhoş oldu.
‘Onbaşı, ordu yardım edemez mi?’
Soruyu soran kasabanın simyacısı, dişçisi ve aynı zamanda baytarı olan genç Fredik’ti. Büyük gözlerini çok ağır açıp kapattığı için kasabalılar kıvırcık saçlı genci baykuş diye çağırırlardı.
Kyal, Trondaam’da kaldığı süre içinde bir tek Fredik’in sohbetlerinden zevk almıştı. Genç yaşına rağmen bilgili bir adamdı ve ne söylediğini bilerek konuşuyordu.
Fredik’in sorduğu soru kasabalıların bir an için ümitlenmesine neden oldu. Belki de ordu beklenen yardımı gönderecek ve ‘Altın Göz’ kâbusu sona erecekti.
Ümitler çok kısa sürdü. Onbaşı Chadsun şarkı söyleyecekmiş gibi göğsünü şişirerek konuşmaya başladığında Kyal herkesin yüzünde beliren hayal kırıklığını görebiliyordu.
‘Biliyorsunuz en yakın karargâh buraya yirmi fersah uzaklıkta ve oradan aldığım son haberler hiç iyi değil. Doğu’da hareketlenme varmış. Soysuz Bytoria’lılar, Raas Nehrini geçerek sınır köylerine saldırmaya başlamışlar. Ordunun önemli bir bölümü oraya gidiyor. Bu işte kendi başımızayız.’
Arkalardan birisi bağırdı;
‘Mangalardan yardım alamaz mıyız? Belki onlar bu yaratığı avlar.’
Bu teklif yeni bir tartışma başlatmıştı.
Mangalar ya da halk arasında kullanılan adıyla ‘intihar mangaları’ bileğine ve yüreğine güvenen maceraperestlerin bir araya gelerek oluşturdukları gruplardı. Amaçları ülkenin üzerinde dolaşan kanatlı ölümleri avlayarak kraliyet ailesinin verdiği ödülleri ve beraberinde gelen şan ve şöhreti almaktı.
İlk kuruldukları zamanlar kraliyet tarafından yasaklanmışlardı; ama zaman içerisinde ejderhalara karşı ordunun kayıplar vermesi, intihar mangalarının canavarlara karşı en etkin silah haline gelmesine neden olmuştu. Kyal’da bir zamanlar bu mangalardan birisinin üyesiydi.
Kasabalılar yine hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Raimark kalın sesiyle bağırdı.
‘Bakalım bizim cesur ejderha avcımız bu konuda ne düşünüyor. Kyal, sence altın gözlü ejderhayı avlamak mümkün müdür?’
Bir anda konuşmalar kesildi ve hana sığmayı başarmış tüm Trondaam ahalisi Kyal’a cevap bekleyen gözlerle bakmaya başladı.
Kyal daha önce üç ejderha avlamış bir avcıydı. En azından etrafa anlattığı hikâye bu şekildeydi. Elini kemerine taktı. Oturduğu iskemleden kalktı ve meşe ağacından yapılmış büyük masanın üzerine çıktı. En iyi pozunu takındı; tecrübeli bir avcı olmuştu.
‘Altın gözlü ejderha’ dedi etrafında bulunanlara bakarak, herkes dikkatle ejderha avcısını dinliyordu.
‘Sıradan bir ejderha değildir. Son yüz elli yılda yeryüzüne onun gibi bir yaratık gelmedi.’
Bir an gözü şöminenin üzerinde asılı duran ve dün akşam yapılan kutlamanın nedeni olan ejderha ayağına takıldı. O hayvan yetişkin bir ejderha bile değildi. Bunu anlayacak kadar ejderhalar hakkında bilgisi vardı. Belki ileride çok daha büyük olacak bir tehlike engellenmişti ancak altın gözlü ejderha bambaşka bir olaydı. Onun peşine düşmek ölüme gitmek demekti.
Sonrasında aklından geçen: ‘Siz aklınızı kaçırmışsınız, kaçabildiğiniz kadar uzağa kaçın ve saklandığınız yerde kalın’ diye bağırmak oldu; ama Kyal konuştuğunda ağzından dökülenler farklıydı.
‘Ama her şeyin bir ilki vardır değil mi? Gidip şu hayvanı avlayalım.’
Hanın içindeki herkes aynı anda coşkuyla bağırmaya başladı. Kyal önüne gelen fırsatın uzun süredir aradığı fırsat olabileceğini biliyordu. Tek yapması gereken doğru anı beklemekti.
Köyün zenginlerinden Mindar Marburg sordu;
‘Peki, bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun genç avcı? Senden önce deneyen pek çok avcı oldu. Sonunda hepsi ejderha yemeği oldular.’
Marburg’ un bu alaycı yorumuna herkes güldü ama Kyal için bu sözler komik değildi. Elini istemsiz göğsüne doğru götürdü. Yaşlı Jung’un çığlıkları hala rüyalarını kâbusa çeviriyordu, Kaptan Sorens’in son haykırışları hala kulaklarında çınlıyordu.
Kendisini toparlayarak cevap verdi.
‘Siz bize yeterli desteği verirseniz nasıl olacağını size anlatırım.’
Bütün amaçta bu değil miydi zaten? Bir kasabadan öbürüne günlük yaşanan bir hayat… Güvenini kazandığı insanları dolandırarak kazandığı paralarla geçen günler, değişen isimler ve farklı hikâyeler…
Kendisinden nefret etmeyi çoktan unutmuştu. Buraya gelirken kafasında yine aynı şey vardı. Alabildiğini al ve kaç. Yatağında oturmuş yarın çıkılacak sözde av yolculuğunu düşünürken kendisiyle ilgili geriye kalan tek gerçeğin göğsündeki yara olması garip bir histi.
Eli, göğsünden kasığına kadar inen yarayı takip ederken aklından planını geçiriyordu. Bağırsaklarını içine geri tıkarak diken adamın söylediklerini hayal meyal hatırlıyordu.
‘Hayatta kalması mucize; böyle bir yarayla nefes alanını hiç görmedim.’
‘İyi geceler Kaptan, yaşlı Jung ve mağrur Toderg ve ismi geçmişimde kalan diğerleri. Ben bir güne daha uyanıyorum ve siz ejderha dışkısı olarak toprağa döndünüz.’
Dudaklarında acı bir tebessümle mumu söndürdü. Arkasını dönmüştü ki odanın kapısının aralandığını duydu. Elini yastığın altında sakladığı bıçağa uzattı. Ejderha dişinden yaptığı sapı kavradı ve beklemeye başladı.
‘Bay Kyal. Uyanık mısınız?’
‘Lina?’
‘Evet. Yarından sonra sizi bir daha göremeyebilirim. Böyle veda etmek istedim.’
Kyal, hancı Tudor’un genç kızı yanına kıvrılırken gülümsedi. Hayatın kime ne zaman ne göstereceğini kimse bilemez diye düşündü.
‘Çok incesin Lina. Yarın dönmeyebilirim. Birbirimizi böyle hatırlamamız en güzeli.’
İlginizi Çekebilir
Yapay Zeka ve Günlük Yaşam Hakkında Bir Bilim...
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
Tefrika Öykü: Bu Yangın Hepimizi Yakar - 3.Bö...
Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İl...
Valkyrie Evreni Hikayeleri-2: Belki Üstümüzde...
S.Volkan Gün’den, Galaktik Günceler: Nareed-4
Tüm kurgu severleri saygıyla selamlıyorum. Ben Volkan Gün. Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü’nden 1 asır önce mezun oldum. Sonsuzluk kadar uzun süre bankacılık yaptım. Yapmaktan zevk aldığım pek çok hobim oldu; ama bilim kurgu ve fantastik okumak yazmak ve izlemekten asla sıkılmadım. Bir insanın hayal gücünün milyonları peşinden sürükleyebildiğini defalarca görmüş birisi olarak en çok istediğim şey sizlerle ortaya koyduklarımız hakkında konuşabilmek, sizlere ulaşabilmek.