S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macera: Ejderhanı Nasıl Öldürürsün-Bölüm 6 ve Final

Bunu Paylaşın

Vücudunu hissetmiyordu; ama sürükleniyordu, birisi ya da bir şey sürüklüyordu. Aklına ilk gelen ejderha oldu ama ensesinden tutulduğu için bu ihtimali yok saydı. Kalkmaya çalıştı, direnmek istedi fakat tüm gücü vücudunu terk etmişti. Kafasını kaldırıp etrafına baktı. Bir yerlerden güneş ışığı sızıyordu; ama etrafı seçebileceği kadar değil.

Karanlık bir köşeye doğru çekildi. Kendinde bağıracak gücü bulup tam ‘Neler oluyor?’ diye bağıracaktı ki bir el ağzını sıkıca kapattı. Karanlığın içinden Tibor Magneff eğildi ve burnunun dibine kadar yaklaşarak parmağıyla susmasını işaret etti ve kafasıyla geldikleri yönü gösterdi.

Kyal kafasını çevirdiğinde nefesi kesildi. Gözleri karanlığa alışmaya başlayan Kyal yüksek tavanlı bir odada olduklarını gördü. Dışarıya açılan büyük bir deliğin tam ağzında ejderha öylece durmuş tüm heybetiyle doğan günü selamlar gibi kıpırdamadan duruyordu.

Kyal başıyla anladığını belirten bir işaret yaptı. Tibor bir an düşündü ve sonra elini genç adamın ağzından çekti. İkisi saklandıkları karanlık köşeden bir süre ejderhayı seyrettiler. Altın göz durduğu yerden etrafı seyrediyordu. Dev kanatlarını açtı ve aydınlıkta zar gibi ince kanatlarında birçok delik ve yanık göründü.

Ejderha birden havalandı ve gözden kayboldu. Bir süre iki adam sessiz beklediler. Altın gözün gittiğine emin olduktan sonra Kyal sessizliği bozan taraf oldu.

‘Neredeyiz? Nasıl geldik buraya?’

Tibor kalktı ve Kyal’i kaldırdı. Genç adam ayakta durmakta zorlanıyordu. Tüm vücudu isyan halindeydi. Son hatırladığı şey boşluğa düştüğüydü ve ondan sonra neler olduğunu hatırlamıyordu. Topallayarak saklandıkları köşeden çıktı.

Bulundukları yer bir odaydı. Kesilmiş yer taşlarının üzerinde belli belirsiz işlenmiş figürleri seçebiliyordu. Duvarlara baktığında aynı şekilde özenle işlenmiş ama zamanın acımasızlığına uğramış şekiller ve figürler gördü. Odanın ortasına doğru ilerledikçe buranın sıradan bir oda olmadığını anlamaya başlamıştı.

Çok büyük bir odaydı. Yüz adıma iki yüz adım olduğunu tahmin ettiği odanın uzak köşesinde yerde büyükçe bir karaltı gördü. Biraz yaklaşınca yerde yatanın bir gece önce kaçarken sürdüğü at olduğunu fark etti. Hayvan cansızdı. Tibor o anda lafa girdi.

‘Senin hayatını kurtarmış.’

Kyal komisyonerin ne demek istediğini anlamadı.

‘Gel göstereyim.’

Ölü ata doğru yaklaştılar. Kuvvetli bir uğultu duyuluyordu. Sesin nereden geldiğini soracaktı ki Tibor eliyle yukarıyı gösterdi. Kyal kafasını kaldırdığında tavanda en az beş adamın rahatlıkla geçebileceği büyüklükte bir delik gördü. Deliğin diğer tarafından ışık görünüyordu ama belli belirsizdi ve deliğin uzunluğu en az on iki adam boyundaydı. Rüzgâr delikten çıkmak ister gibi huzursuz uluyordu.

‘Buradan düştün.’

Kyal birden nerede olduğunu anladı. Vücudunun el verdiği ölçüde hızlı az önce ejderhanın durduğu açıklığa yöneldi. Delik değil, burası büyük bir balkondu ve dışarıda ki manzara yutkunmasına neden oldu. Aşağıda sol tarafta ejderhayla dövüştükleri ve yaratığın gazabına uğradıkları küçük göl görünüyordu.

Uzaktan gördükleri ve Markus’un övgüyle bahsettiği eski kralların sarayındaydılar. Düştüğü delik zamanla vadinin tabanının çökmesi sonucu oluşmuştu ve bulundukları oda da sıradan bir oda değildi. Dönüp güneşin yükselmesiyle daha iyi aydınlanan odaya bir daha baktı. Taht odasındaydılar.

Kyal kendine geliyordu, en azından hafızası…

‘Atın üzerine düşerek kurtuldum’ dedi, daha çok kendine söylüyordu. İçeri doğru yürüdü ve etrafına baktı. Karşı köşede bir zamanlar tahtların durduğu basamaklı bölümü gördü. Bir zamanlar krallara bağlılıkların sunulduğu salonda geriye sadece eski taşlar ve o şaşanın silinmeye yüz tutmuş izleri kalmıştı.

‘Buradan çıkmamız lazım’ dedi Tibor her zaman ki ciddi ifadesiyle.

‘O uğursuz yaratığın ne zaman döneceği belli olmaz. Burada olduğumuzu fark ederse…’ Cümlesini tamamlamadı, gerek yoktu.

‘Çıkalım o zaman. Kapı nerede?’

Tibor Magneff durdu ve Kyal’a ifadesizce baktı.

‘O kadar kolay olsaydı bende kapıdan gelirdim’ dedi.

Kyal birden esas sorması gereken soruyu şu ana kadar sormadığını fark etti.

‘Buraya nasıl geldiniz?’

Tibor’un yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oldu ve hemen ardından yerini öfke aldı.

‘Seni takip ettik. Bizi ve arkadaşın Chadsun’u orada ölüme bırakarak kaçtıktan sonra seni yakalamak için kendimde ayrı bir güç hissettim.’

Kyal itiraz edecek oldu ama komisyoner el kaldırarak genç adamı konuşamadan susturdu.

‘Aslında seni bırakmalıydım ve o uğursuz hayvana yem olmalıydın.’

‘Neden bırakmadınız?’

‘Seni mahkûm olarak Gaitai hapishanesinde görmek daha büyük bir zevk olacak.’

Kyal, baygın olduğu sırada, ejderhanın göremeyeceği bir kenara çekerek hayatını kurtardığı için minnettar olduğu adamın, aslında başka bir planı olduğunu bilseydi… Hala çok geç değildi.

‘Bunu buradan kurtulduktan sonra konuşsak sayın komisyoner. O zaman beni nasıl bulduysanız o yolla çıksak?’

Kyal’ın ses tonundaki alaycı ifade Magneff ’ten kaçmamıştı; ama üzerinde durmadı.

‘Çünkü Kyal, ya da adın her ne ise; senin arkandan iple indikten sonra Altın göz denen o uğursuz yaratık çukura boğazındaki bütün ateşi boşalttı.’

Kyal komisyonerin ve yardımcısının nasıl kurtulduğunu merak ediyordu.

‘En son gördüğümde size doğru uçuyordu?’

‘Biz de öyle sandık; ama tercihini senden yana kullandı. O da sanırım senden hoşlanmadı.’ Magneff’in yüz ifadesinde son söylediklerinin şaka olduğunu gösteren bir hal yoktu.

‘Ama nedense belli bir süre sonra yere kondu. Birkaç kez havalanmaya çalıştı ancak uçamadı.’

Kanatlarındaki hasardan olmalı diye düşündü Kyal, az önce gördüğü yırtık ve yanıkları hatırlayarak.

Nihayetinde Lanetli Kyal’ın mangası bir şekilde işe yaramıştı.

‘Karanlıktan faydalanarak etrafından dolandık fakat çukurun başına geldiğimizde atları fark etti sanıyorum ve bizi buldu.’

‘Silar?’

‘İnerken yakalandı.’ Bir an için Kyal, komisyonerin yüzünde hissettiği acıyı gördü; ama sadece bir an için…

Söylenecek bir şey kalmamıştı. Başka bir yol bulmak gerekiyordu. Odanın uzak köşesine bir zamanlar görkemli kapıların taht odasına bekçilik ettiği tarafa doğru sekerek yürümeye başladı. Tibor’ da arkasından geliyordu.

‘Nereye gidiyorsun? Ben tüm odaya baktım tek bir çıkış var o da balkondan.’

Kyal bir an dönüp eski kralların halkı selamladığı balkona baktı. Her an ejderha geri dönebilirdi ve balkon ipsiz inmek için çok yüksekti. Kaburgaları ve bacağı böyle bir inişi asla kaldırmazdı.

‘Başka bir yol olmalı’ diye mırıldandı.

Başka bir yol bulmalıydı. Kesik taşlardan örülmüş oda tozun ve rüzgârın etkileri haricinde sonsuza dek ayakta duracak gibiydi. Saray bulunduğu yamaca oyularak yapıldığı için penceresi yoktu. Bir zamanlar tahtların durduğu 12 basamaklı yükseltinin iki yanında kapılar vardı. Birisi tebaanın girdiği kapı diğeri de kralın ve kraliçenin girdiği kapı olmalıydı.

Kapılar zamanla çürümüş ve dış koridordan düşen kayalar girişleri kapatmıştı. Kyal, kendisini içine kısıldığı dev bir kapanda hissetti. Dışarıda; kendisine verilen zarardan dolayı intikam ateşiyle yanan bir yaratık, yanında ise kendisini ömrünün sonuna kadar diyarın en kötü hapishanesine kapatmaya çalışan bir komisyoner vardı ve fiziksel olarak çok iyi durumda değildi.

Düşüncelerinden Tibor’un sesiyle uyandı.

‘İşte buradaymış.’

‘Ne buldunuz?’ Her şey sırasıyla önce buradan kurtulmak gerek.

‘Biraz ışık bazen mucizelere neden olabiliyor.’ Tibor Magneff heyecanla kapı kirişinin üstündeki bir noktaya bakıyordu.

‘Ne buldunuz?’

‘ Sen baygın yatarken buralara baktığımda çıkış yolu olabilecek her hangi bir yer görememiştim.’

Bunları söylerken bir yandan da ucu bıçaklı kırbacını çıkartıyordu.

Kyal kenara çekildi ve komisyoner silahını büyük bir ustalıkla ileri, baktığı yöne doğru fırlattı. Ucundaki parlak bıçak havayı yardı, kırbaç ıslık çaldı ve bir zamanların görkemli kapısının üzerindeki çürümüş kiriş parçasına dolandı.

Tibor Magneff’in yüzünde çocuksu bir gülümseme belirdi. Kyal, o an adamın kırbacından uzak durması gerektiğini anlamıştı. Silahı laf olsun diye taşımıyordu.

‘Yardım et bana.’

‘Edemem.’

Tibor sert bir ifadeyle baktı

‘Burada vaktimiz olduğunu mu sanıyorsun? O yaratık her an dönebilir ve bu odadan tek çıkış onun gireceği yer.’

Kyal tam ağzını açmış kaburgasından dolayı yardım edemeyeceğini söyleyecekken Ölü Kralların Vadisinde yankılanan kanat seslerini duydu. Duydular…

Tibor sadece ‘Hadi’ dedi.

Kyal tüm ağrılarını bir kenara atarak komisyonerin asıldığı kırbacı tutarak tüm gücüyle çekmeye başladı. Ufak bir aralık bile yetecekti. Yaklaşan ölümün kanatlarıydı.

Kirişin asırlık tahtaları maruz kaldığı karşı kuvvete inleyerek direnirken taht odası bir anda karardı. Tibor ve Kyal aynı anda kafalarını güneşin odaya girdiği tek nokta olan balkona çevirdiler. Karşılarında tüm dehşetiyle Altın Göz duruyordu. Yaratık, ismini aldığı sarıgözleriyle odanın uzak köşesindeki ikiliye bakıyordu. Kyal nefesini tuttu. Ölüme bakıyordu; ölüm de Kyal’a…

‘Asıl!’’ dedi Tibor Magneff dişlerinin arasından. ‘ Hayatın için…’

Kyal bir anda kendine geldi ve olan gücüyle kırbacı çekmeye başladı. Altın göz kulakları sağır eden bir çığlık atarak devasa gövdesini balkondan içeriye soktu. Beraberinde balkonun kenarındaki taşları sökerek, tozu dumanı birbirine katarak…

Kyal göz ucuyla kendisine dar gelen odada ilerlemeye çalışan yaratığa baktı. Ejderhayı daha önce hiç bu kadar öfkeli görmemişti. Vücudu alevlerle kaplıyken bile bu tarzda bir öfke sergilememişti.

‘Geliyor’ dedi sadece ortaya.

Bir an sonra kiriş, tüm inadına rağmen kırıldı ve büyük bir gürültüyle, toz bulutu eşliğinde tavanın o kısmı çöktü. Tozun içinde, zamanın donduğu o anda, Kyal’ın duyduğu tek şey ejderhanın öfke dolu çığlıklarıydı. Yaratığı, karşısına birden çıkan iki insanın haricinde rahatsız eden bir şey olmalıydı.

Kyal’ı, donduğu o andan kolundan tutarak Tibor Magneff çıkardı.

‘Koş!’.

Çöken tavanın çıkış yolunu tamamen kapattığından emin olan Kyal köşeye sıkışacaklarından emindi.

‘Kaçamayacağımız bir yere gidiyoruz’ diye bağırdı.

Geriden gelen korkunç ejderha hırıltısı ve hemen ardından yayılan ışık, yaratığın gırtlağındaki ateşi kustuğunu gösteriyordu. İşleri bitmişti. Komisyoneri takip ediyordu; ama beklentisi kavurucu bir sıcak dalgasının vücudundaki etleri kemiklerinden ayıracağı yönündeydi. Öyle olmadı… Toz bulutunun kalkmaya başladığı noktada, çöken tavanın arasında bir adamın sürünerek geçebileceği bir boşluk vardı.

Kyal, bir kez daha ölümün yakınından geçtiğini ama soğuk elleriyle kendisine dokunamadığını düşünürken Tibor’un zayıf ve güçlü elini ensesinde hissetti.

‘Yürü hadi.’

Kendisini kuvvetle çeken komisyoneri karşı koymadan takip etti. Taşların arasından tırmanmaya başladılar. Ejderhanın neden durduğunu bilmiyordu; ama önemli olan kaçması için fırsat bulabilmesiydi.

Etrafı kaplayan duman kalkmaya başladığında Ejderha’nın çığlığını bir kez daha duydu. Yaratık ilk başta onları görmemişti. Bir iki sürünme daha ve sonrasında hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı.

Tibor’un ayakları delikten kayboldu ve tam Kyal adamın onu bıraktığını düşünürken yüzü her zamankinden daha ciddi bir tavırla delikte belirdi.

‘Elini ver!’

Belki de günün sonunu görecekti. Taşların üzerinden karanlığa doğru kayarken bayılmamak için tüm iradesini kullanmak zorunda kalmıştı ve şimdi olduğu yere yığılıp derin bir nefes aldı.

Ejderhanın öfkeli çığlıklarını ve bulundukları koridoru aydınlatan ateşini geride bırakarak kendilerine bir çıkış yolu bulmak üzere yürümeye başladılar. Saray ya da geriye kalan yıkıntısı gerçekten çok heybetliydi. Vadinin kaya zeminine oyulan olağanüstü yapı zaman içinde insan eli değmiş detaylarını kaybetse de bir zamanlar ne olduğuna dair net bir fikir veriyordu. Düzenli aralıklarla yapılmış havalandırma deliklerinden süzülen ışığın belli belirsiz aydınlattığı koridorlarda yürürken, Kyal’ın aklına Markus geldi. Markus’un eski kralların vadisinden bahsederken yüzünde beliren gururu hatırladı.

‘Buraları görseydi’ dedi sesli düşünerek, Saadberg’li adamın son anları geldi aklına. Birkaç adım önünde yürüyen Tibor yan gözle genç adama baktı ama hiçbir şey söylemedi. Kyal o anda yolculuğun en başından buraya kadar yaşadıklarını düşündü.

Hancının karısı Elanor’u düşündü. Yaşadığı pişmanlığı. Leş gibi kokuyordu. Şu anda yanına Elenor bile yanaşmazdı. Tüm düşüncelerin sonunda geriye bir tek şey kalmıştı; Bir gün daha yaşayacaktı.

Güneş, kollarını sardığı vadiden küskün bir sevgili gibi çekmeye başladığında yürüyüşte zorlaşmaya başladı.

‘Buradan çıkabileceğimize emin değilim.’

Uzayan gölgelerinin arasından komisyoner her zamanki ciddiyetiyle endişesini paylaşmıştı. Kyal ise ölümü bir kez daha atlatmanın verdiği rahatlıkla haylaz bir çocuk gibiydi. Hiçbir şey umurunda değildi.

‘Çıksak ne olacak sanki?’ Atımız yok. Fersahlarca uzanan tundranın ortasındayız ve tepemizde çok kızgın bir ejderha var.’

Komisyoner bir an durdu. Sanki Kyal’ın söylediklerini tartıyor gibiydi. Bir an sonra yürümeye devam etti. Adamın sessizliği Kyal için hiç te iyi bir işaret değildi. Söylediklerini belli bir amaçla söylemişti. Komisyonerin aklından geçenlerin en azından belli bir bölümünü almayı umuyordu.

Belki de haklı olduğu için susmuştu. Ejderhadan kurtulmuşlardı ancak dev bir labirentin içinde kapana sıkışmışlardı.

Bir süre daha yürüdükten sonra Kyal pes etti.

‘Dinlenmem lazım. Kaburgalarım bana acı veriyor.’

Eskiden asilzadelerin gezindiği koridorlardan birinin duvarına yaslandı ve yavaşça kayarak yere çöktü.

‘Daha fazla yürümem imkansız.’

Komisyoneri zorlukla görüyordu. Vadiyi aydınlatan dolunay’a rağmen saray kalıntılarından içeriye sızan ışık çok azdı. Adamın yüzündeki ifadeyi seçemiyordu ;ancak onunda karşı duvara yaslanması iyiye işaretti. Bir süre dinlenecekti.

Gözleri kapanmaya başladı. Göz kapakları kirden ve tozdan değil günler süren fiziksel yıpranma yüzünden artık kapanıyorlardı. Son hatırladığı vadiden gelen kukumav kuşlarının sesleriydi.

Sarsılarak uyandı.

‘Ne? Neler oluyor?’

Komisyonerin silüetine aşınaydı. İnce uzun kel adamın yüzünü göremesede onun olduğunu biliyordu.

‘Sus ve dinle’

Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki başka hiçbir ses duyamıyordu.

‘Neyi?’

‘Hişşt. Duyuyor musun?’

Komisyonerin tavrı ürkütücüydü.

‘Neyi?’

Adam Kyal’ı yakasından tutup kaldırdı ve karşı duvara doğru fırlattı.

‘Hey’

Kafasını yakalayarak soğuk duvara dayadı.

‘Şimdi dinle’ diye fısıldadı.

Kyal nefesini tuttu ve dinledi. Şimdi duyuyordu. Ne kadar uzaktan geldiği belli değildi ama çok açık duyuluyordu.

‘Su’

‘Evet, su ahmak.’

Kyal zeki olduğunu düşünen bir adam olmasına rağmen komisyonerin iltifatını kabul etmekle yetindi.

‘Eğer akan bir su varsa…’

‘Döküldüğü bir yerde vardır’ diyerek tamamladı komisyoneri.

‘Vadideki şelala olabilir.’

‘Herşey olabilir. Işığımız yok ama en azından takip edeceğimiz bir ses var.’

Vücudu birkaç gün daha uyuması gerektiğini söylerken Kyal, iradesi yenilenmiş komisyonerin ardında tekrar karanlık koridorlarda yürümeye başladı. Yorgundu ve açtı, ve en önemlisi susuz; ancak kurtulması için bir umut varsa onu takip etmesi gerektiğini biliyordu. Nede olsa daima hayatta kalmayı başaran biriydi. Komisyonerden kurtulma planını sonraya sakladı.

Yürüyüş iki adamı uzun koridorun sonunda buldukları merdivenleri takip ederek 3 kat aşağıya kadar götürdü. Suyun sesini kaybetmemek için aralarda durup kontrol ediyorlardı. Komisyoner, hayatındaki en önemli meseleye odaklanmış gibiydi. Kyal ise ağrı, yorgunluk ve belirsizlikten oluşan sabah kahvaltısından kaçmaya çalışıyordu. Gönülsüz ve somurtkan…

‘Suyun sesi çok daha belirgin duyuluyor. Düştüğü yere yaklaşmış olmalıyız.’

Hava aydınlanmaya başlamıştı. Komisyonerin tespitine cevabı Kyal’ın açlıktan büzülen midesi verdi.

‘Belki balık buluruz’ dedi Kyal ateşin üzerinde pişen balığı hayal ederek.

Komisyoner cevap vermedi; ama o da acıkmış olmalıydı. Bir kat daha indiler. Burada hava daha bir serin ve rutubetliydi. Komisyoner suyun arkasından aktığı duvar boyunca ilerledi. Kyal durup beklemeyi tercih etti. İnatçı adamın neyi aradığını bilmiyordu ancak daha yürüyeceklerse geriye kalan kuvvetini dikkatli kullanması gerekiyordu.

Yaklaşık 40 adım uzaklaşmıştı ki sevinçle dönerek

‘İşte’ diye bağırdı. ‘Buldum!’

Yetişkin bir adamın yan dönerek geçebileceği büyüklükte bir çatlak sarayın duvarının arkasında akan suyu gösteriyordu. Vadinin kayalık duvarıyla Sarayın duvarı arasında yaklaşık iki kulaçlık bir mesafe vardı ve o aralıktan gümüş renkteki su aşağıya doğru akıyordu.

‘Buradan aşağıya iniyoruz!’

‘Aşağıya ne kadar bir mesafe olduğunu bilmiyoruz’ dedi Kyal itiraz ederek.

Komisyoner sinirli bir bakış attı ve Kyal’ı yakasından yakalayarak kendine çekti.

‘Şimdi beni dinle. Bir daha bu kadar genişlikte bir çatlak bulabilirmiyiz bilmiyorum. Ve sabrım tükenmek üzere o yüzden buradan aşağıya iniyoruz.’

Bir an durdu ve sonra ‘Ayrıca biraz suya girmen şu koku için iyi olabilir’ diyerek Kyal’ı geriye doğru itti.

Tartışma başlamadan bitmişti. Kyal’ın karşı koyacak gücü yoktu. Fırsatını bulana kadar komisyonerin dediğini yapması gerekiyordu.

‘Önce sen’ dedi komisyoner ve omuzundan hafifçe öne doğru itti.

Kyal yan dönerek yarıktan içeri girdi. Karşı taraftaki kayalık zemine ayağını koydu. Buz gibi dökülen su, iliklerine kadar titremesine neden oldu. Kafasını kaldırarak biraz su içti. Başka bir zamanda zevkine varılası bir an olabilirdi; ama aşağıya baktığında sadece karanlığı görünce dizlerinin bağı çözüldü.

Düşecek olsa nereye ve ne kadar yükseklikten düşeceğini bilmiyordu.

‘Hadi inmeye başla’ dedi sabırsız Komisyoner.

Kayaların çıkıntılarına basarak inmeye başladılar. En fazla on adım inmişlerdiki Komisyoner’in ayağı kaydı ve bir anda Kyal’ı da beraberinde sürükleyerek karanlığa doğru düşmeye başladılar. Her iki adamda istemsiz bağrıyordu. Düşüş sırasında Kyal kollarını vücuduna yapıştırarak vadi duvarlarına çarpmamak için dua ediyordu.

Ne kadar düştüklerini bilmiyordu, fakat birden büyük bir gürültüyle suyla temas ettiler ve battılar. Önce Kyal kendini toplayarak su yüzeyine doğru yüzmeye başladı. Ardından komisyoner suyun yüzünde belirdi. İkiside heyecanla birbirlerine baktılar. Sonra aynı heyecanla etraflarına bakmaya başladılar.

Girişinden sızan ışığın aydınlatttığı bir mağaradaydılar. İkisi de yaşama iç güdüsüyle ışığa doğru yüzmeye başladılar. Açtılar ve yorgundular. Peşlerindeki canavar bu toprakların gördüğü en ürkütücü, en kurnaz yaratıktı ve su kemiklerine işleyecek derecede soğuktu. Birkaç kulaçlık mesafe Kyal’a Tintus nehri kadar uzun gelmişti.

Elleri şimdiden uyuşmaya başlamıştı. Kaburgalarının izin verdiği ölçüde yüzmeye, daha doğru ifadeyle su üstünde durmaya çalışıyordu. Tibor Magneff ise arkasına bakmadan mağaranın ağzına doğru yüzüyordu.

Bir an için Kyal inatçı adamın kendisini unuttuğunu ya da ölüme terk ettiğini düşünerek sevindi. Soğuk suda hayatta kalma ihtimali, Gaitai’nin zindanlarında çürümek fikrinden çok daha cazipti. Umut kısa sürdü…

Arkasına bakmadan ‘Hadi’ dedi dişlerinin arasından hıslayarak. ‘Çıkmalıyız buradan.’

‘Karanlık sulardan oldum olası hoşlanmadım.’

Cümleyi bitirdiğinde etrafına baktı Komisyoner. Sanki bir şeyin çıkıp kendisini suyun derinlerine, karanlığın sonsuz olduğu bir noktaya çekmesinden korkar gibiydi. Kyal için artık fark etmiyordu. Bir gün içinde o kadar çok şey yaşamıştı ki yaşlı Jung’un, Fredik’in hatta Raimark’ın kendisini çağırdığına inanmaya başlamıştı.

Elbette bir yerde şansı sona erecekti ve bu anın çok yakın olduğunu hissediyordu genç Henrun!

‘Acele et Kyal’

‘Benim adım Henrun. Annemin adı Martha. Babam Lody. Ben basit bir köylüyüm ve buralara nasıl geldim bilmiyorum’ demek istedi; ama dudaklarından sadece

‘Tamam’ döküldü.

Şimdi mağaranın ağzındaydılar. Güneş bulundukları yeri kısmen aydınlatıyordu. Kyal geldikleri yerin canavarla savaştakları derenin karşı kıyısı olduğunu tahmin ediyordu. Markus’un atalarının müthiş eseri Saray’ın hemen altındaydılar.

‘Bundan sonra sessiz olmalıyız.’ Tibor Magneff vücuduna yapışmış ıslak kıyafetleriyle olduğundan daha da zayıf görünüyordu. Hatta çelimsiz bile denebilirdi.

Kyal bir an adama orada saldırıp şansını denemek istedi; ama biliyordu ki kaburgalarına alacağı bir darbe onu bayıltacak kadar büyük bir ızdırap verebilirdi. İşin kötü yanı bunu Tibor Magneff’te biliyordu.

Kayaların arasından vadiye doğru ilerlerken birden Tibor Kyal’ı durdurdu ve eliyle ağzını kapattı. Kyal gözlerinde şaşkınlıkla bakıyordu. Tibor kafasıyla ileriyi işaret etti ve parmağını dudağına götürdü; Sessiz ol.

Kyal, Komisyoner’in gösterdiği tarafa baktığında nefesi kesildi. Oradaydı. Tüm ihtişamı ve tüm azametiyle. Doğanın, yaşam döngüsünün en tepesine koyduğu yaratık sabah güneşinin altında; gözleri kapalı, kanatları açık öylece duruyordu. Parlayan pullu derisi ve pek çok insanın ölümüne neden olan dev kuyruğu ile usta bir heykeltraşın elinden hayat bulmuş gerçek bir şaheserdi.

Seslerini mi duymuştu? Kokularını mı almıştı? Buradan kaçmaya çalışacaklarını bilecek kadar zeki miydi?

Kyal bir anda aklına gelen tüm bu sorulara cevap ararken, Komisyoner omzundan tutarak genç adamı mağaranın karanlığına çekti. Fısıldayarak ‘Bekliyoruz, elbet gidecek’ dedi.

Bunu Kyal’da biliyordu. Bir şey söylemeden duvara dayandı ve gözlerini kapattı. Kalbi gördüğü manzara karşısında hala deli gibi atıyordu. Taht odasında altın sarısı gözleriyle nasıl baktığını hatırladı. Yaratığın bakışlarında mana vardı.

Ejderhaların ne kadar zeki olduklarına dair anlatılan pek çok hikaye duymuştu. Günün sonunda vahşi ve acımasızdılar; ancak avlarına yaklaşma tarzları, mangalarla savaşırken hedeflerini belirleyişleri, onları insan dahil doğadaki diğer yırtıcılardan çok daha farklı bir yere getiriyordu.

Sorens’in Belalıarı’nın akşam yemeği için etrafına oturdukları ateşin çıtırtısını hala duyabiliyordu. Ateşin üzerinde kazığa geçirilmiş, yağları ateşe damlayan elk’in kokusunu da. Ve tabii o akşamların vazgeçilmezi olan eski efsaneleri anlatan yaşlı Jung Tögmar’ın sesini.

‘Eski krallar, ejderhaların onayı olmadan tahta çıkamazlarmış.’

O geceyi hatırladı. Yine bir efsaneydi yaşlı adamın anlattığı.

‘O kadar bilgeymişler ki, konuştuklarında söyledikleri her söz altın değerindeymiş. Her biri kendi hayatları boyunca gördüklerini kayıt altına almak için insanoğlunun yardımıyla kendi kitaplarını yazarlarmış. Yaşadıkları bin yılı sığdırdıkları büyük ciltler.’

Ateşin başında toplaşanlar, yaşlı adamın kırçıllı sesiyle anlattıklarını nefeslerini tutarak dinlerdi.

‘Yaşam döngüleri çok uzundu. Bir ejderha hakim olduğu bölgede onlarca, bazen yüzlerce kralın doğumunu ve ölümünü görüyordu. İnsanlar toprağa karışırken, onlar kudretli kanatlarıyla, kendileri için yapılmış dev kulelerde yaşarlardı.’

‘Sonra insanoğlu kibir denilen hastalığa yakalandı. Ellerini kullanamayan bu yaratıklarla kendilerini eşit görmeye başladılar. Bin yıl süren yaşamlarını kıskandılar. İnsanoğlu bin yıl yaşayamıyorsa ejderhalar insanoğlu kadar yaşayacaktı.’

‘Ejderhalar erdemli yaratıklardı. İnsanoğlunun tutulduğu hastalığı farkettiler. Konuşup onlara girdikleri yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalıştılar. İnsanoğlu, kibir ve hasletin kara tohumlarının içlerinde kök salmasına çoktan izin vermişlerdi.’

Elk etinden bir ısırık alan yaşlı adamın kısa molası kendisini dinleyenler için çok uzun gelmişti. Efsaneler Kyal için, her ne kadar hiçbirine inanmasa da, kafasının içindeki fesat sesleri susturduğu ender anlardı.

‘Sonra onları öldürmeye başladılar. İlk kanı Bilge Varusaisy’le döktüler. İnsanoğlunun kendisi için yaptığı görkemli kulede uyurken yüzlerce demir mızrakla geldiler. Kalleşçe onu uykusunda öldürdüler. Yaşlı ejderhanın çığlıklaları fersahlarca öteden duyuldu. Neden diye haykırdı ama cevabı biliyordu bilge ejderha. Bin yıl yaşamıştı; ama tüm bilgeliğine rağmen, ihanetin ne olduğunu hiç görmemişti.’

‘İnsanoğlu öldürebildiğini gördü. Ejderhalar hükümdarken savaşlar yapılmaz olmuş, ejderhaların adaleti ve bilgeliği sayesinde insanlar huzurlu yaşamayı öğrenmişler. Ama o andan sonra içlerindeki tüm şiddeti tek bir şeye yöneltmişler.’

‘Zamanla ejderhalar konuşmayı unutmuşlar. Yavrularının öldürüldüğünü, kendilerinin hayvanlar gibi avlandığını görmüşler ve insanoğlu onlar için en büyük düşman olmuş. Bilgelilkleri sinsiliğe, gururları kibire ve karşı konulmaz güçleri vahşete döndü. ’

Kyal hep merak etmişti. Efsanelerde gerçek olan bir yan var mıydı?

Komisyoner bacağını sıkarak Kyal’ı ana döndürdü. Altın Göz ağır adımlarla ilerliyordu. Kanatlarını çırptı ve iri vücudunu kaldırıp gökyüzüne yükseldi. Ejderha’nın az önce bulunduğu yerin üzerinde birkaç tur attığını gördüler. Şekilsiz garabet bir kuşun gölgesiydi yere düşen. Sonrasında ufukta kayboldu. İki adam bir süre kıpırdamadan durdular. Nefes alırken bile tedirgindiler.

Birden hatırladı. Markus’un kılavuzluğunda Ölü Krallar Vadisi’ne ilk girdikleri anı hatırladı. Atlarını bırakmak zorunda kalmışlardı. Patikayı hatırladı.

‘Vadinin çıkışında bir patika var. Avlamak için geldiğimizde görmüştüm. Oraya ulaşırsak bizi bulması çok zor olur.’

Tibor Magneff bir süre genç adamın söylediklerini tarttı ve sonrasında kafasıyla kabul ettiğini gösterir bir işaret yaptı.

‘Yolu göster. Kaybedecek vaktimiz yok.’

İkili, bulundukları yerden çıkarak koşmaya başladılar. Kyal,ileride 350-400 adım ötede ejderhayı öldürmeye çalıştıkları dereyi görebiliyordu. Altın Göz’ün az önce durduğu noktaya geldiklerinde sanki yaratık geri dönüyormuş gibi iki adamda durdu. Nefes nefese birbirlerine baktılar.

Komisyoner ‘Hadi!’ dedi.

Tam hareketlenmişlerdi ki Kyal olduğu yerde kalakaldı. Magneff birkaç adım sonra Kyla’ın koşmadığını fark etti ve o da durdu.

‘Neden koşmuyorsun?’

Kyal önce cevap vermedi.

Yaratığın bir grotesk gibi durduğu noktanın hemen ötesindeki kayalığa bakıyordu.

‘Yürü hadi’

Kyal sadece kolunu kaldırıp ilerideki bir noktayı işaret etti. Bir iki adım atan Komisyoner Kyal’ın gösterdiği yere baktığında o da nefesini tuttu.

Kyal daha çok kendiyle konuşurmuş gibi fısıldadı;

‘Demek sebebi buydu.’

Birden kendisi için arkadaşa en yakın kişi olarak tarif edebileceği Fredik’le Trondaam’dan yola çıktıklarında yaptıkları konuşma aklına geldi. Ejderha’nın saldırılarını harita üzerinde yerleştirdiklerinde belli bir sıra takip ettiği sonucuna varmışlardı.

‘Bunun içinmiş.’

Komisyoner hala inanamaz bir tavırla ‘Bunlar sandığım şeyler mi?’ dedi.

Kyal gözleri karşıya odaklı cevap verdi,

‘Evet sayın Komisyoner. Karşınızda gerçek ejderha yumurtaları.’

Ejderha yumurtaları o kadar nadide şeylerdi ki, Tibor Magneff başkentte kırılmış bir tanesi için gözünü kırpmadan yaşadığı malikaneyi bedel olarak ödeyen bir adam tanımıştı. Yumurtaların kudretin simgesi olduğuna inanılıyordu.

Magneff’in aklından bir an için iki ejderha yumurtasını almak geçti. Ama atları yoktu ve yanındaki sahtekar yaralıydı. Belki birini…vazgeçti. Hayatta kalmak ve görevini bitirmek en önemli şeydi.

‘Koş hadi. Hapishanede hücre arkadaşlarına anlatırsın.’

Komisyoner’in çok kötü bir mizah anlayışı vardı. Kyal bunu her fırsatta tekrar tekrar görüyordu.

‘Bir tanesini alsak hayatlarımızı kurtarır. Bir daha suçluların peşinde koşmak zorunda kalmazsınız.’

Tibor Magneff öfkeli gözlerle genç adama baktı.

‘Koş’ dedi sadece.

Kyal, gözünün ucuyla Komisyoner’in arkasından yaklaşan bir karaltı gördü. O tarafa baktı ve damarlarında dolaşan kanın donduğunu hissetti. Altın Göz geri dönüyordu. Ejderha gökyüzünde soluna doğru yatarak bulundukları yere doğru döndü ve iki adamı görünce tüm vadiyi inleten bir çığlık attı.

Tibor bir an düşündü. Mağaraya geri dönebilirlerdi ancak ejderha girişte durduğu sürece başka çıkış olmayacaktı. Koşabilirdi; ama iri kanatlı yaratık için açık alanda çok kolay bir av olurdu, ayrıca bu suçluyu Gaitai’ye tıkmaya kararlıydı.

Birden aklına üçüncü bir yol geldi.

‘Çabuk! Yumurtalara.’

Cümlesini bitirir bitirmez taşların üzerinde duran dev yumurtalara doğru koşmaya başladı. Kyal, bir anlık duraklamadan sonra Komisyoner’in dediğini yaptı. Ejderha ateş yüklü bir bulut gibi şimşek hızıyla yaklaşıyordu. Gırtlağındaki tüm alevi arkalarından boşalttı; ama henüz yeteri kadar yakında değildi.

İkili yumurtaları alıp yüzlerini çevirdiklerinde ejderha iri kanatları açık yere yeni konuyordu. İki adamda birer yumurta almıştı.

‘Umarım ne yaptğınızı biliyorsunuzdur.’ dedi Kyal fısıldayarak.

Ejderha dev kafasını gökyüzüne kaldırarak öfke dolu bir çığlık daha attı.

Herşeyi yumurtalarını korumak için yapmıştı. Basit bir avlanma iç güdüsü değildi.. Yaratık yumurtalarını korumak için tüm tundrayı temizliyordu. Bu bin insanda olabilirdi, on tane kasabada… Fredik haklıydı.

‘Umarım doğrudur’ dedi Magneff, Kyal yolculuğun başından beri olanları düşünürken.

‘Zor çiftleştikleri için yumurtalarını canları pahasına koruduklarını duymuştum.’

Kyal’de buna benzer hikayeler duymuştu; ama bir hikayenin gerçekliğini denemek için böyle bir tercih çok riskliydi.

20 kiloluk buğday çuvalı büyüklüğündeki her bir yumurtayı kucaklamış, karşılarındaki öfkeli ejderhanın ne yapacağını bekliyorlardı. Ejderha ölümü vaad eden parlak sarı gözleriyle bakarak öne doğru iki adım attı.

Tam o anda Tibor Magneff tuttuğu yumurtayı hafifçe kaldırarak ‘Hayır!’ diye bağırdı. Kyal, Komisyoner’in meydan okur tavrını takdir etti. Ejderha ise başka bir öfke çığlığı ile cevap verdi; ama yumurtayı kırma tehdidini anlamış gibiydi. Daha fazla yaklaşmadı.

Bunu gören Tibor Magneff bir adım attı. Sonra bir adım daha, ve sonra bir adım daha… Ejderha ile aralarında 30 adımdan daha kısa bir mesafe kalmıştı.

Kyal, yaratığın burnundan çıkan sıcak nefesi hissedebiliyordu. Dev kafası yere yakın, kanatları açık karşısındaki iki küçük insanın hareketlerini dikkatle takip ediyordu.

‘Komisyoner’ dedi Kyal gergin sessizliği fısıldayarak bozmuştu.

‘Beni takip et’ dedi Komisyoner kendinden emir bir ses tonuyla.

Kyal korkudan tüm ağrılarını ve yorgunluğunu unutmuştu. Kucağındaki yumurta hayatta kalmasını sağlayan tek şeydi. Avuçları terli, yumurtayı biraz daha sıkı tutarak yürümeye başladı.

Ejderha kafasını sağa sola çevirip duruyordu. Ağzının kenarlarından küçük ateş parçaları dökülüyordu. Kyal, kadim yaratığın yaşlı Jung’un anlattığı efsanelerdeki gibi birden dile gelerek konuşmasını bekledi. Ancak Altın Göz sadece tüyleri ürperten hırlamalarla yetindi.

İki adam ve ejderhanın arasında on adım kalmıştı ki Komisyoner kucağındaki yumurtayı tekrar kaldırdı ve bağırdı ‘Geri çekil.’

Ejderha kımıldamayınca ‘Çekil’ diye tekrar etti zayıf adam, daha keskin bir ifadeyle.

Kyal yaratığın sarı gözlerinde nefreti ve çaresizliği aynı anda gördüğüne yemin edebilirdi. İşte bu tamda akşam yemeği ateşi etrafında anlatılacak bir andı. Yaratık, iri gövdesini yana doğru çevirirken öfke dolu bakışlarını iki insanın üzerinden ayırmıyordu.

Tibor Magneff öne doğru uzattığı yumurtayı göstererek ejderhanın çekildiği yoldan ilerlemeye başladı. Kyal tam arkasındaydı. Ejderha kafasını tekrar kaldırarak mezarlarında yatan eski kralların kemiklerini bile titretecek bir çığlık daha attı.

Dizlerinin bağı çözülen Kyal’ın yürümeye devam etmesini sağlayan tek gerçek hayatta kalma azmiydi. İkili birkaç adım attıktan sonra ejderha ile aralarında belli bir mesafe oluşmuştu. Vadinin zemini düzensiz ve taşlıktı. Gözleri ejderhada, bir yere takılmadan yürümeye çalışıyorlardı.

‘Sanırım’ dedi Kyal iki nefesinin arasında.

‘Sakın’ diye kesti Magneff. ‘Kurtulduğumuzu düşünüyorsan düşünme. Yumurtaları aldığımızda sonumuzu kabul etmiş olduk. Sadece oyalıyoruz.’

Komisyoner’in sözlerinin üzerine söylenecek bir şey yoktu. İki adam dikkatli adımlarla dereye doğru ilerlerken arkalarında Altın Göz iki insanın yapacağı en ufak bir hatayı bekler gibi belli bir mesafeden takip ediyordu.

Bir süre devam eden takip ikilinin ellerindeki yumurtalarla birlikte dere yatağına varmalarıyla son buldu. Bundan sonra arazi yukarı doğru eğimleniyor ve vadinin girişindeki dar patikaya doğru ilerliyordu. Vadiye saygılarını sunan insanların bıraktıkları hediyelerin arasından, Fredik’i kaybettiği yere kadar devam eden uzun bir yoldu.

‘Biraz daha güvenli bir yer bulduğumuz anda yumurtaları bırakıyoruz.’

Tibor Magneff hiç olmadığı kadar kontrollüydü. Kyal bundan rahatsız olmuştu. Komisyoner’in aklından geçenleri tahmin edemediği gibi, kaçmak için plan yapacak vaktide olmamıştı.

‘Bu yumurtalar hayatımızı her anlamda kurtarabilir sayın Komisyoner’ dedi. Kendinden emin görünmeye çalışıyordu ama amacı sadece zaman kazanmaktı. Zenginliğin her insanı baştan çıkarabileceğini biliyordu, bunu görmüştü.

‘Yumurtaları satmayı başarsan bile, servetini harcamaya vaktin olmayacak. Senin Gaitai’den yaşlı bir adam olarak çıkmanı sağlamak için elimden geleni yapacağım. Tabi oradaki mahkumlar seni öldürmezse.’

Kyal tüm vücudunun titrediğini hissetti. Hayatının geri kalanını on adımlık bir hücrede geçirmek fikri en az ölüm kadar kötüydü. Ama aralarında bir fark vardı. Ölümden kaçamazdı ama oraya girmemek için hala yapabileceği bir şey vardı.

‘Böyle düşünmenize çok üzüldüm sayın Komisyoner’ dedi. Kelimeler ağzından dökülüyordu; ama sanki konuşan başka birisiydi.

Komisyoner durdu, Altın Göz’de durdu. İki adam ve ejderhanın arasında yaklaşık 15 adımlık bir mesafe vardı.

Tibor Magneff, gözleri ejderhaya odaklanmış bir halde alaycı bir tonla ‘Bu işten bir de zengin olarak çıkabileceğini mi düşündün?’ diye sordu.

Komisyoner konuşurken hemen arkasındaki genç adamın diz çökerek yerden aldığı taşın farkında değildi.

‘Seni Gaitai’de sık sık ziyaret…’ cümlesini bitiremeden Kyal yerden aldığı büyük taşla Komisyoner’in tuttuğu yumurtaya olanca gücüyle vurdu. Her şey sadece bir nefes süresinde olmuştu. Kyal yere bıraktığı yumurtayı hemen aldı ve birkaç adım uzaklaştı.

Tibor Magneff önce kucağındaki kırık yumurtaya baktı. Sonra kendisinden uzaklaşan sahtekara ve son olarakta karşısında duran ejderhaya… Kyal’ın kırdığı yerden yumurtanın içindekiler Komisyoner’in ayaklarının dibine akarken, Altın Göz büyük bir çığlık daha attı, kafasını geriye doğru çekti ve tüm gücüyle boğazındaki alevleri hemen önünde duran zayıf insana boşalttı.

Alevler o kadar sıcaktı ki Kyal kafasını istemsiz yana çevirdi. Tibor Magneff sadece bir an bağırdı. Sonra sadece ateşin harlayan sesi kaldı. Kyal, elinde yumurta tüm gücüyle koşmaya başladı. Yumurtasını kaybettiği için çılgına dönmüş Altın Göz şimdi yerde cansız yatan cesedin etrafında kanat çırpıyor bir sağa bir sola dönüyor öfkeyle çığlık atıyordu.

Kyal, ejderhanın kaçtığını henüz farketmediğini anlamıştı. Arkasına bakmadan koşuyordu. İleride dar patikayı görebiliyordu. Tüm gücüyle koştu. Birazdan çılgın ejderha yumurtanın asıl katilinin peşine düşecekti.

Tahta bebekler, bakır kaplar, kılıçlar, geyik derisinden pelerinler ve süslü tunç kadehlerin arasından koşarak birkaç gün önce beraberindeki 15 adamla birlikte yenilmez bir komutan edasıyla geçtiği pasaja vardı.

Nefes nefese arkasına baktı. Ejderha havalanmış dere yatağının üstünde daireler çiziyordu. Yaratığın aklından ne geçtiğini bilemiyordu; ama bildiği tek şey Kyal’ı yanlış yerde arıyordu.

Patikanın ancak bir adamın sürünerek geçebileceği bir bölümünde kendisini büyük bir kayanın altında yere bıraktı. Yanında kırılmamış bir ejderha yumurtası, üstünde öfkeden çılgına dönmüş bir ejderha, az ötede kendisini sonsuza dek hücreye atmak isteyen ölü bir adam ve artık bir adım dahi atacak gücü kalmamış bir halde kendisinden geçti.

Gözlerini açtığında vadiye karanlık çökmüştü. Etrafı dinledi. Uzakta öten baykuşlar ve tepelerde uluyan kurtların haricinde hiçbir şey duyulmuyordu. Ne kadardır baygındı? Bacaklarında kıpırdayacak gücü hissedebiliyordu. Sürünerek kendisine barınak yaptığı kayanın altından çıktı. Yumurta kucağında bekledi. Hala hiç bir şey…

Gözleri karanlığa biraz alışınca yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Ejderhanın korkunç kanat çırpışlarını duymayı bekleyerek devam etti. Bir at bulabilseydim…

Ölü Krallar Vadisi’nden çıktığında ay tam tepedeydi. Tundra’ya geceyle birlikte soğukta çökmüştü. İliklere işleyen ayazı yok sayarak yürümeye başladı. Sonra da koşmaya…Koştukça ümitleniyor, ümitlendikçe korkuyordu. Ejderha gecenin avcısıydı.

Arada bir durarak etrafı dinliyordu. Kuzey yıldızını kendisine kılavuz yaparak yoluna devam etti. Artık Trondaam’a dönemezdi. Peşine bir komisyoner takıldıysa artık güvende olamazdı. Bütün gece yol aldı ve sabahın ilk ışıklarında tundranın yerinin kayalıkların aldığı bölgeye geldi. Bundan sonra yolculuk biraz daha güvenli olabilirdi zira arazinin bundan sonraki kısmında altına saklanabileceği uzun kayalar bulunuyordu.

Açlık, susuzluk ve yorgunluk Henrun’a yoldaş olmuşlardı. Günün ortasına doğru yakından tanıdığı çığlıkları duydu. Korkuyla, büyük birkaç kayanın birbirlerine yaslanarak meydana getirdiği doğal oluşumun altına saklandı. Çok geçmeden Altın Göz gökyüzünde belirdi. Onu arıyordu.

‘Bu yaratık pes etmeyecek’ dedi fısıldayarak.

Ejderha birkaç kez arazinin üzerinde döndükten sonra doğuya doğru kanat çırptı.

Yaratığın gittiğinden emin olunca saklandığı yerden çıkan Henrun tekrar koşmaya başladı. Hızlı koşmasını engelleyen iki büyük etken vardı. Biri kaburgasındaki korkunç acı, ikincisi kucağındaki dev yumurta…

Henrun’u devam etmeye iten tek şey ise o yumurtayı sattığında kavuşacağı saltanattı. Küçük bir köyden çıkmış basit bir sahtekâr için büyük bir adım diye düşündü Henrun, Kyal’ı geride bırakarak başlayacağı yeni bir hayata doğru yürümeye devam etti.

Kuzey sınırına vardığında Altın Göz’ü son görüşünün üzerinden iki gün geçmişti. Bir gün önce yakaladığı tavşan yediği son yemekti.

‘Nihayet’ diye fısıldadı. Karşısında Rustavni’nin Büyük Duvarı fersahlarca uzanıyordu. Büyük yapı ustası Rustavni’nin yüzyıl önce yaptığı duvar, ülkenin kuzey sınırını olabilecek en estetik şekilde gösteriyordu.

Duvar yarım adam boyunu geçmeyen gösterişten uzak bir duvardı ama taşların şekilleri ve o geometrik şekillerin bir araya gelerek oluşturduğu eser gerçekten hayranlık uyandıracak kadar güzeldi.

‘Evimin duvarlarını böyle yaptıracağım’ dedi Henrun, yorgun ama kararlı bir tavırla. Özgürlüğüyle arasında sadece yarım adam boyunda bir duvar vardı. Arkasına döndü ve son bir kez ülkesinin topraklarına baktı. Bir an için gözlendiğine dair garip bir hisse kapıldı, sadece bir an için. Sonra Büyük Duvar’ın üzerinden atlayarak Kyal’ı geride bıraktı.

Adam kafasını arkaya doğru atarak ağzı dolusu bir kahkaha patlattı. Etrafında birbirlerine bakıp bir an için durduktan sonra onlarda kahkahalarla Rotmar Danzing’e eşlik ettiler.

Şişman adam kahkahası bittikten sonra öne doğru eğilerek karşısındaki adama gözlerini dikti. Bir anda oluşan sessizliği bozan Rotmar ’ın tam karşısında oturan genç adam oldu.

‘Evet, ne diyorsunuz?’

Rotmar Danzing 50’li yaşlarında aşırı kilolu, yağlı saçlarını yana doğru taramış, kıyafetleri ve mücevherleriyle maddi gücünü fazlasıyla belli eden; ama bir o kadar da pis bir adamdı. Kıyafetinde bariz bir şekilde görülen yemek lekeleri ve sürdüğü tüm güzel kokulara rağmen karşıdan duyulan ter kokusuyla sadece parası için katlanılacak bir adamdı.

Tabağındaki etten büyükçe bir parça ısırarak geriye yaslandı. Kısa bir homurdanmadan sonra midesinden gelen bir sesle;

‘Yalan söylemediğini nereden bileyim?’ dedi.

Bulundukları han şehrin en pahalı hanıydı. Sadece üst tabakadan insanların kaldığı, zengin adamların metresleriyle buluştuğu, politikacıların içkileri eşliğinde entrikalar planladığı bir yerdi.

Genç adam yeni kazınmış kafasını sıvazladı ve gülerek elini cebine götürdü. Avucu kapalı olarak masaya doğru uzattı. Avucunu açtığında elinde büyük bir diş vardı.

‘Bu yeterli mi? Yoksa vücudumdaki yara izlerini de görmek ister misiniz?’

Rotmar, koca göbeğinin el verdiği ölçüde uzanıp yabancının elindeki dişi aldı. Şöyle bir bakarak geri verdi.

‘Bunlardan her yerde bulabilirsin. Bu kadar parayı bağlamam için bundan daha fazlası gerekli.’

Yabancı pes etmiş bir tavırla arkasına yaslandı. Çenesi göğsünde bir süre durdu. Rotmar dâhil masada bulunan herkes bugün tanıdıkları bu genç yabancıyı anlamaya çalışıyordu.

‘Madem öyle istiyorsunuz’ dedi genç adam sakin bir tavırla ve elini sandalyesine asılı heybeye uzatarak örtüyle kaplı bir nesne çıkardı. Masanın üzerine koyarken diğer masalardan kimsenin bakmadığına emin olmak ister gibi sağa sola baktı.

Rotmar Danzing ne göreceğini bilmeden ama heyecanlı öne doğru eğildi. Yabancı yavaş yavaş örtüyü açarak sakladığı nesneyi, nesneleri ortaya çıkardı.

Bir ejderhaya ait olduğu belli olan bir çene kemiği, bir ejderhanın kanadından kopmuş, kuru bir deri parçası ve yine bir ejderhaya ait olduğu çok belli olan bir kuyruk pulu masadakilerin gözlerinin önünde duruyordu.

Grubun içinden bir iki kişi nefesini çekerek şaşkınlıklarını belli ederken, diğerleri de kendi aralarında konuşmaya başladılar. Genç yabancı ve Rotmar gözlerini kırpmadan birbirlerine bakıyorlardı. Bir süre bu şekilde kaldılar ve sonunda şişman adam konuştu;

‘Pekâlâ, ne istiyorsun?’

Yabancı sevindiyse bile hiç renk vermeden, sakin bir tonda;

‘Önce bunların yapılması lazım’ dedi ve adamın önüne heybeden çıkardığı bir ruloyu fırlattı. Rotmar gözü yabancıda ruloyu açıp inceledi. Kâğıtta, dev oklar ve onları atacak dev bir arbaletin çizimleri vardı. Altında ise uzunca bir malzeme listesi ve onları almak için gereken tahmini gümüş para miktarı.

Adam sarkmış gıdısından hırıltılı bir ses çıkarttıktan sonra kâğıdı masaya bıraktı. Genç yabancının gözlerinin içine bakıyordu.

‘O ejderhayı ve yumurtasını getireceksin?’ İfade daha çok teyit edilmek isteyen birisinin sorusuydu.

Genç yabancı güldü.

‘Soylu ailemin şerefi üzerine ant içerim ki Altın Göz denen o yaratığın kafası ve gözlerimle gördüğüm yumurtasını bir aylık zaman içinde size getireceğim Soylu Danzing.’

Rotmar iki yanında oturan eşlikçi bayanlara baktıktan sonra bir kahkaha daha atarak ikisini de bellerinden tutarak yağlı vücuduna doğru çekti. Neşelenmişti. Ejderha yumurtası bir servet demekti. Ünü kendi ülkesine kadar gelmiş olan Altın Göz’ ün kellesi ise yapacağı baloların gözdesi olarak büyük salonunun duvarını süsleyecek harika bir dekor… Bir kez daha güldü.

‘Ama şunu bil yabancı. En çok güvendiğim iki adamımı seninle birlikte gönderiyorum. Beni kandırmaya çalışırsan kafanı gövdenden ayırırlar ve bende senin başsız vücudunla karşılıklı içerim.’

Genç yabancı saygıyla başını öne eğdi.

‘Elbette Soylu Danzing. Adamlarınız tarihin en büyük kahramanlıklarından birisine şahitlik edecekler.’

Bir an durdu ve sonra daha ciddi bir ifadeyle ve gözlerinde beliren tutkuyla devam etti.

‘ Size ailem adına söz veriyorum; ülkenizin dört bir yanından insanlar sahip olacağınız bu hazineyi görmek için evinize akın edecek. Benim adım Tibor Magneff. Bu ismi unutmayın.’

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir